Türk cemiyeti… Maddeye yenilerek Batı’dan esen fırtınaya teslim oldu… Böylece de Batı’ya ruhunu kiralayalı beri, kendi hânesinde sığıntı olarak mukaddesatından, örf ve âdetlerinden utanıp, inançsızlığının adını “ilericilik” koyarak yaşamaya başladı.
"Ey insan, barışa tâlip ol. Ammâ her şeyden evvel kendinle sulhe var. Senin kendinle barışa varman, kütlelerin hattâ cihânın da âsâyiş ve huzûru demektir."
Eskiden hizaya gelmesi ve terbiyesini takınması istenen kimselere, İstanbul’dan başka İstanbul yok, diyen ihtar edici söz, belki de bunun için bir atasözü haline gelmiştir.
Türk cemiyeti şehirlisi ile, köylüsü ile öyle insanların topluluğu idi ki, Allah korkusu deyince, hatırlarına cehennem gibi, azap gibi, kahır gibi endişeler gelmez, haşyetullah denen ilâhî heybet, saygı ve ürperişin sevgi dolu neşvesi gelirdi.
Bebeği biraz büyüdükten sonra, sık sık bize gelen Zehra Hanım’ı annem de çok sevmiş. Ona ilahiler öğretmiş, genç kadının ince ve yanık sesine uduyla yada kanunu ile refakat ederek odanın içine bir deruni mabede çevirir olmuşlardı.
Garpta hayatın en zorlu devresi İhtiyarlıktır. Öyle ki, garbın içtimai nizamı ve dünya görüşü içinde yaşlı, işlemekten kalmış bir paslı ve çürük makinedir. O, ihtiyarlık gelip çattığında, deniz kazasından kurtulup canını sahile atmış afetzedelere benzer.
Sığınacağı tek yer, bu çürük makinelerin son nefeslerini verecekleri güne kadar kalmaya mecbur oldukları bakımevleridir.