"Narinin anası, yeni bir parçayı önünden akıp giden suya batırdı. Yaptığı iş, çift sürmekten, davar sağmaktan daha kolaydı. Ama, yorgunluğu köyün deki yorgunluğa hiç benzemiyordu. Başı dönüyor, otuzyedi yıldır gördüğü, bozkırların boşluğu, dağların yüksekliği, gökyüzünün sonsuzluğuna karşılık, şu eldivenler, şu incecik akan kırmızımsı su, şu demir ve demirler gözlerini karartıyordu. Durup din lenmek istediğinde, bir kol uzanıyor yanıbaşından. Uzanan bu Alman koluna bakacağı sıra, önünde kırmızı bir lâmba yanıp sönüyordu. Yaz ayların da, damda, avluda yattıklarında gökyüzünden kayan bir yıldızın düşüp parçalanması gelip geçiyordu ak lından. Ama, bu gökyüzünde parçalanan yıldız, neden bağırıyordu böyle? Yıldızlar da konuşur muymuş? diyemeden, sesin, önündeki kırmızı ışıktan, suya batırılması gecikmiş bir parça için çıktığını anlıyordu Narin'in annesi... Sesi kesmek, kırmızı ışığı söndürebilmek için, yeniden, hep yeniden par çalar atıyordu suya... Ses kesilince, ışık sönünce, bu kez kendi sesi, kendi ışığı yanıyordu yüreğinde.
Bunlar birbuçuk gözlü evlerinde bıraktıkları iki ço cuğuydu. Narin, Davut ne yapıyorlar şimdi?... Çikolataları var ama... Bol bol çikolataları var..."