Karşılarında yalnız bu 130 kişi vardı. 130 kişi, sayısı bini geçen Fransızlara köyden dışarı adım attırmadı.
Türklerden böyle aşılmaz bir direniş beklemeyen Fransızların hesapları ve akılları karıştı.
Yaşlı kadın asker selamı vererek masaya yaklaştı: "Askerlerimiz büyük zafer kazanmış..." dedi, "Mübarek olsun. Kocam büyük Rus seferine, oğlum Yemen'e gittiydi. Dönünce giyerler diye onlara çoraplar ördüydüm. Dönmediler." Torbasından bir küçük temiz bohça çıkardı. Masaya koyup özenle açtı. İçinde işlemeli dört çift çorap vardı: "Hey kumandan! Bir canım, bir odam, bir de gözüm gibi sakladığım bunlarım var. Bunları sana getirdim. Gazi evlatlarıma yolla. Birkaçının ayağını sıcak tutsa benim şehitlerimin ruhu şad olur." Asker selamı verdi çıktı.
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar
Sesimizi yer, gök, su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin
Bu gök, deniz nerede var
Nerede bu dağlar, taşlar
Bu ağaçlar, dağlar kuşlar
Yürüyelim arkadaşlar
Sesimizi yer, gök, su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin
Herkes fedai, herkes kahraman, herkes büyüktü.
Tarihin en eski milletlerinden biri, ateşten geçerek, kan içinde, bir daha uyumamak, benliğini unutmamak, kandırılmamak, sömürülmemek, ezilmemek, ölmemek üzere çığlık çığlığa diriliyordu.