Felsefenin Kısa Tarihi sözleri ve alıntılarını, Felsefenin Kısa Tarihi kitap alıntılarını, Felsefenin Kısa Tarihi en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Bilimin ilahi varlığın ideal mevcudiyetini, oysa sanatın gerçek mevcudiyetini ifade ettiğini ileri süren Schelling aklın ilk kez sanatta kendisinin bilincine vardığını söyler.
Gadamer, … "anlamanın kişinin kendisini geçmişle geleceğin kaynaşmasını mümkün kılan bir gelenek süreci içine yerleştirmesi" şeklinde anlaşılması gerektiğini öne sürer. Buna göre o, otoritenin yeri veya nihai ikametgahı olarak geleneği gösterirken, önyargısız veya önkabulsüz bir anlamanın mümkün olamayacağı gerçeğinin altını bir kez daha çizer. Gelenek her şeyden önce anlamayı belirleyen en önemli şey olmak durumundadır. Çünkü peşin hüküm ya da önkabuller, ait olduğumuz gelenekler tarafından bize aktarılmış şeyler oldukları için, doğaları itibariyle tarihsel olmak durumundadırlar.
Sokrates’in insanların ruhlarına gereken özeni göstermedikleri için kötü bir hayat sürdüklerini söylediği yerde, Epiküros insanların ölümden, ölümün ardından cezalandırılmaktan kötü yaşadıklarını savunmuştur. O, hayatın kazanmaya ve rekabete dayalı tüm yönlerini açıklayan yegane şeyin ölüm korkusu olduğuna inanır. Çünkü ona göre, ölümden korkan insan kendisine güvenlik ve başkaları karşısında savunma sağlama yoluna gider. Güvenlik ve korunma sağlamanın yolu ise iktidar, zenginlik ve şan şerefin peşinden koşmaktan geçer. Bunları kaybetmek endişesi insanı yeni korkulara götürse de, insan ölüm korkusunu kendisinden gizlemek için sürekli bir faaliyet ve yarışma içinde olur. Her daim kendisinden kaçıp ölümün hayatın en temel gerçeği olması olgusunu görmemek için biteviye çalışıp durur.
Yunan'da felsefe, dini ya da mitolojik düşünceden kopuşun sonucunda, doğal olayların, doğaüstü değil de doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla, insan aklına dayanan bağımsız bir faaliyet olarak başlamıştır.
Heidegger'e göre, biz insanlar, varoluşumuzun bu türden bir açıklama yoluyla anlamlı kılınamamasından dolayı, kendimizi ne zaman geldiğimizden veya ne zaman gideceğimizden yana tam bir bilgisizlik hali içinde, dünyaya fırlatılmış hissederiz. Buna göre olgusallık veya fırlatılmışlık, insanın kendisini tarihsel olarak oluşturulmuş maddi ve manevi bir çevre içerisinde, yani imkânları itibariyle sınırlanmış bir dünya içinde bulması olgusuna gönderme yapar. Insanın dünyada ve "orada" olmasıyla geliş ve gidiş tarzı dikkate alındığında, dünyanın içinde bizim kendimizi evimizdeymiş gibi hissettiğimiz bir yer olmadığı açıklıkla ortaya çıkar. Bizler, anlamadığımız ve anlayamayacağımız bu dünyada, onun deyimiyle öksüzler ve evsizler olarak var oluruz. O, işte bu durumun insanda derin bir kaygıya yol açtığını söyler. Kaygı, insanda şeylerin, nesnelerin belirsizliğinin ve dünyanın anlamsızlığının bilincine varan ve hayatla, içinde kişisel seçimin özsel olduğu ve kararların sorumluluğunun taşınmasının gerekli bulunduğu bir alanla karşı karşıya gelen insan varlığının temel gerçekliğini ifade eder. O, insanın geçmişle gelecek, varlıkla hiçlik arasında havada kalan varoluşunun belirsizliğini, durumunun anlaşılmazlığını ve hayatın saçmalığını görerek yaşadığı derin umutsuzluk ve dolayısıyla iç sıkıntısı halini tanımlar. Heidegger, bu kaygıyla yaşayamayacağını düşünen insanın kaygıdan kurtulmak amacıyla, "onlar"ın benliğine sığındığını söyler
Yeryüzü ya da dünya devletinde ise ilk günahın ürünü olan madde hırsı, mülkiyet, kölelik ve eşitsizlik vardır. Burada prens ya da yönetici, boyun eğdirdiği halkın iyiliğini düşünerek değil, ''egemenlik tutkusu'' ile ''tahakküm etme arzusu''yla, başkalarına üstün olmak, onlara baskın çıkma hırsıyla yönetir. Augustinus, bu yüzden yeryüzü devletinin, kendisinin esaslarını belirlediği ve ideal olarak gördüğü gökyüzü devletine olabildiğince benzemek durumunda olduğunu söyler.
Sayfa 131 - Devlet Anlayışı-Aziz AugustinusKitabı okudu
Bilgiden yoksun çoğunluğun veya meclise kura ile seçilmiş görevlilerin kararlarıyla hayata geçirilecek demokratik bir yönetim, bir sanat olan siyasetin ne özüne veya ruhuna ne de amacına uygun düşer.
Gerçekten de Hobbes insan aklını, değeri tanıyacak, değer yaratacak veya taşıyacak bir melekeden ziyade, iştihanın veya arzuların muhtemel sonuçlarını hesaplama yetisine indirgedi.
devletin yönetim sanatında uzman olmayanlar, yani herkes tarafından temsil edilmesine; yasaların gerçek adaletin, hayatın amacının ne olduğunu bilmeyen, gerekli felsefi bilgelikten yoksun sıradan insanlar tarafından uygulanmasına karşı çıkarken demokrasiyi şiddetle eleştirmişti. O, herkesin değil de, siyaset sanatında gerçek bir bilgeliğe sahip olanların yönetmesi gerektiğine inanıyordu. O işte bu inancı nedeniyle, köle ve kadınlar dışındaki bütün özgür Yunan yurttaşlarının politik kararlara doğrudan katıldıkları Atina demokrasisinin temelindeki "politik konularda bir kimsenin görüşünün bir diğeri kadar iyi olduğu" düşüncesine hayatı boyunca karşı çıktı. Çünkü politika ona göre, aynen kaptanlık, mimari,
ayakkabıcılık gibi bir sanattır; dolayısıyla, bilgiden yoksun çoğunluğun veya meclise kura ile seçilmiş görevlilerin kararlarıyla hayata geçirilecek demokratik bir yönetim, bir sanat olan siyasetin ne özüne veya ruhuna ne de amacına uygun düşer. Sokrate'in siyaset felsefesi alanında, nihayet anayasal monarşi veya aristokrasiyi kabul edilebilir yegane yönetim biçimi olarak gördüğü söylenebilir.
Modern insana Yunanlının perspektifinden bakan Schiller'e göre, modern insan kendi fikri içinde bölünmüş bir insan olup, insan doğasının birliği ilerleme fikriyle, kültürdeki ilerleme idesiyle bozulmuştur. Modern insandaki bu bölünmüşlük ve yabancılaşmanın ilacının sanat olduğunu düşünür...