Nedendir bilmem, İslam ile sonradan müşerref olan Batılı kimselerin bu tarz seyri sülûk hikayeleri bana pek tatsız tuzsuz geliyor. Ian Dallas, diğer adıyla Abdülkadir es-Sufî'nin hikayesi de biraz öyle. Zikir halkasına bir gözü kapalı kendini kaptırmış halde dahil olurken diğer gözüyle etrafı analiz edip aktarması bana garip geliyor. Kitabın ilk yarısı o Batılı bilimsel perspektifin yetersizliğini hissettiriyor ancak bunu açıklarken ki üslup sahibi de o dile dahil olduğundan yazarı dışarıda tutamıyorsunuz. İkinci yarıda, yolculuk başlıyor fakat hemen kılık kıyafetin değişip zikirlere başlanan kısım değil. Bence kitabın en dürüst ve özel kısmı, yazarın şeyhini bulduktan sonra söylediği şu kısım:
"Şimdi bir yol göstericiye ihtiyacım vardı ama bunu yapacak kimse yoktu. Ne kabul edilmiş ne de reddedilmiştim. Bana öğretmiyorlardı. Kimse bir şey söylemiyordu, olanla yetinmem gerekiyordu ve bu "olan" da benim kendim oluşumdan ibaretti. Evet bütün sıkıntının kaynağı "benim kendimdi". İnsanın kendisini silmesi iyi bir şey diye düşündüm, ama ne kadar çok silmeye çalışırsam ben'im o kadar çok görünüyordu! Nefs... Bunun hakkında okuyup konuşmak bir şeydi ama yaşanmakta olan tamamen başka bir şey."
Kitap, Gariplerin Kitabı değil de kalbi aklının arayışına klavuz olanların kitabı diyebiliriz. Bu tarz otobiyografik tarzda romanlar okumayı sevenler bakabilirler.