Emîr Sultân hazretleri, Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken, bir rüyâ gördü. Rüyâsında Peygamber efendimiz ve Hazret-i Alî yanyana oturmuş hâlde idiler. O da gidip edeble yanlarına diz çöküp oturdu. Hazret-i Alî ona; "Ey Oğlum! Sana Cenâb-ı Hakk
tarafından ceddîn Muhammed'in sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen
için Rûm iline (Anadolu'ya) gitmen işaret olundu. Senin önünde,
ilerleyen nûrdan üç kandîl belirecek, o kandiller nerede gözünden
kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak." dedi. Emîr Sultân uykudan uyanınca; "Demek ki takdîr-i İlâhî böyle."
diyerek yola çıktı. Hazret-i Alî'nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.
Hakk'a kavuşmuş olan Mevlânâ, ölüm hakkındaki görüşlerini ise şöyle açıklar: "Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyâdan ayrıldığıma
tasalanıyorum sanma; bu çeşit şüpheye düşme, bana ağlama, yazık
yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte hayıflanmanın sırası o
zamandır. Cenâzemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim
buluşma ve görüşme zamanımdır. Beni kabre indirip bırakınca, sakın
elveda elveda deme; zirâ mezâr cennetler topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne
ziyân geliyor ki? Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar
hapis gibi görünür, ama o, canın kurtuluşudur. Hangi tohum yere
ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf'u ne
diye kuyuda feryâd etsin? Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç.
Zirâ senin hayuhuyun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır."
Yine menkâbeye göre Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin vasiyeti şu şekildedir: “Ben size, gizli ve alenî, Allâh'dan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, gü-
nâhlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, dâimâ şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefâsına dayanmanızı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı,
kerem sâhibi olan sâlih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. İnsânların en hayırlısı, insânlara faydası dokunandır. Sözün en hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah'a mahsûstur. Tevhîd ehline selâm olsun."
Kim, kimi aradı? Hâtırlara gelebilecek olan, "Şems mi Mevlânâ'yı aradı, Mevlânâ mı Şems'i" sorusuna şöyle cevap verebiliriz: Şems, Mevlânâ'yı, Mevlânâ da Şems'i aramıştır. Şems Mevlânâ'ya âşık ve taliptir, Mevlânâ da Şems'e âşık ve taliptir. Çünkü âşık, aynı zamanda maşuk, mâşuk da aynı zamanda âşıktır. Mevlânâ der ki: "Dilberler (gönlü alıp götürenler, mânevî
güzeller), âşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, âşıklara avlanmışlardır. Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber mâşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da. Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar."
"Hakk Teâlâ'nın Anadolu halkı hakkında büyük inâyeti vardır
ve Sıddık-ı Ekber Hazretlerinin duâsıyla da bu halk bütün ümmetin
en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu
ülkenin insânları mülk sâhibi Allah’ın aşk âleminden ve derünî zevkten çok habersizlerdir. Sebeplerin hakîkî yaratıcısı Allah, hoş bir lütûfta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilâyetine çekip getirdi. Haleflerimize de bu
temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünnî (Allah bilgisine ve sırla-
rına âit) iksirimizden (altın yapma hassâmızdan) onların bakır gibi
vücutlarına saçalım da onlar tamûmîyla kimyâ (bakışıyla, baktığı
kimseyi mânen yücelten olgun inşân); irfân âleminin mahremi ve
dünyâ âriflerinin hemdemi (canciğer arkadaşı) olsunlar."
"Yüce Hakk, âlemde bir çok şeyler yaratmıştır, ama insânî
rûhdan daha yüce birşey yaratmamıştır. Bu hayvani rûhu, bu aşağılık
nefsi ne kadar kahredersen, o ulvî ve nûranî rûh o kadar kuvvetlenir.."
Bir başka didaktik menkâbeye göre, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye
havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescîdde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen
Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı kerametlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultân Veled şöyle anlatır; "Ba-
bam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok methetti ki, hemen Şems'in huzuruna koştum. Geldiğimi görünce; "Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ’nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun
için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz." diye buyurdu.
Şems-i Tebrîzî, Peygamber Efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O'na uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa; "Yâ Rabbî! Bu
kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle" derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullâh efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi. Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Eğer
bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili
binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim.
Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir." buyururdu. Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâze görse; "Âh! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi." derdi. Bunu işitenler; "Niçin böyle söylüyorsun?" dediklerinde, onlara; "Âşık olanlar mâşuklarına bir ân önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir? " diye cevap verirdi.