İnsan buluta düşen bir gölge kadar anlamsız, suya dökülen bir ateş kadar sönük düşler kurar, gerçeği böyle bir düşe yenik düşürmenin çarelerini arar. Ama yine de ne düş gerçeğe ne de gerçek düşe bir türlü dönüşmez.
"Beyaz bir ruhtun önce kalubelada..."
"Söz verdin; beyaz bir su damlasına dönüşüp bir baharda yağmur sonrası yapraklardan mümbit toprak ananın rahmine damladın. Oradan fışkırdın bir kök gibi tohumunu çatlatarak, boy verdiğinde beyaz bir kundağa bezediler, çağırdılar ismini, ay parçası kadar beyazdı yüzün. Eline ilk fırçayı aldığında karşında beyaz bir zemin vardı. Adını yazmayı öğrendin.
Ne zaman incindin biliyor musun?
Aşk mektuplarının yazılı olduğu kâğıtlar beyaz olmadığında... Yerini tutmadı pembeler, kırmızılar...
Sana hayat arkadaşını da beyazlar içinde sunacaklar, her döneminde bir sayfasını okuyacaksın tabloların, son eserini görmeden beyazlar giyeceksin yine, başında iki beyaz şahidin olacak... Taştan."
İnsanın kendine ait değerlerle çiğnememek zorunda bırakıldığı toplumsal ve sosyolojik değerler arasındaki kutuplaşmanın belki de birçok insanı olduklarından çok daha farklı bir konumda anlamlandıracağını tahmin ediyorum.