Beni hiç ilgilendirmeyen bu pazartesi sabahın erken saatinde tuvaletten çıkarken aynada gördüğüm ışıksız gözlerim ve suskunluğumdu. Ya, alınmıs birtakım kesin kararların sonrasında ya da yeni bir yıkımdan çıkmış, her şeye yeniden başlamaya kadar verme aşamasındaki adamın duruşuydu bu. Aynaları bile kandırabiliyorum, çünkü ikisi de değil.
Özür dilerim meşe ağacı, gökyüzünde yıldızlar birbiriyle dalga geçiyor bu aralık gecesinde, yağmur faman da yağmıyor, üstelik tırnak gibi bir ay en dede gülüşüyle bize bakıyor. Bütün bunları sana uyduran benim. Ağlayan benim. Gövdendeki çatlamış kabuklar ıslandıysa gözyaşlarımdandır.
ben mutlu, hiçbir derdi yokmuş gibi rahat görünen yüzleri değil, sefil yüzler çizmek istiyormuşum. Burada insanlara haksızlık ediyordu işte, çünkü sefaletle asaletin araısndaki o ince çizgiyi henüz görmemişti. Görmesi için buraya gelmesi gerekiyordu. Gelmiyordu. Gelse kendisiyle karşılaşacaktı, bundan korkuyordu.
Cemil Kavukçu Türk edebiyatının usta yazarlarından. Ustalığını ortaya koyduğu alan elbette ki öykü. 1980'lerden itibaren Türkiye'de edebi bir tür olarak öykünün gelişimine katkıda bulunmuş yazarların başında geliyor Kavukçu. On beşten fazla öykü kitabıyla, aldığı ödüllerle, öyküde kendine özgü anlatım biçemiyle alanının özgün
Bir insanı başkalarının gözünde sefil yapan yalnızca yoksulluğu mudur? Diyelim ki öyledir. Ama bu sözcük benim için kullanıldığında kimi zaman berduş, kimi zaman ayyaş ile eşanlamlı bir değişime uğruyor. Bunun tek nedeni ise, bir mekân. Anlaşılır gibi değil.
Biz dolambaçlı bir yoldan yükseldikçe Bursa, Mimoza, evim, karım, oğlum, dert ortağım meşe ağacı, Baba'nın hacı karısı, kutsal kaynanası ve hayat kirli bir sisin altında kaybolacaktı. Kent bizden kurtulacaktı, biz kentten.