Mountolive, Justine ve Balthazar'a eşlik eden son kardeş kitap. Kitapta geçen şu cümle gibi okuduklarımız: "Hani insan düşünde var gücüyle koşar da yerinden kımıldayamaz ya, işte öyle bir düşte gibiydi." Yani şöyle; Justine'de okuduklarımızı farklı bir bakış açısıyla Balthazar'da tekrar okuyup gerçeklik algımızla oynamıştı Durrell, şimdi yine Mountolive'de aynı zamanın içinden tekrar geçiyoruz ve bu defa yolculuk İngiliz diplomat Mountolive ile.
Arapça öğrenmek için İskenderiye'de bulunduğu vakitte önce Pursewarden ve sonrasında bildiğimiz arkadaş grubu ile tanışan Mountolive, yıllar sonra Mısır'a büyükelçi olarak döner ve fakat bu sürede İskenderiye ile olan bağını zaten hiç koparmamıştır. Nessim ve Naruz'un anneleri Leyla ile yaşadığı aşk, yıllarca, mektuplarla devam etmiştir.
Biz de hem mektuplar hem de İskenderiye'ye atanmasıyla Nessim'in ailesine (buna bir nevi ailenin çöküşü de diyebiliriz) hem de Ortadoğu'nun dönem politikasına - uzun uzun - şahit oluyoruz. İskenderiye'ye döndükten sonra arkadaşlarıyla ilgili bildikleriyle altüst oluyor Mountolive, bu noktada yine gerçeklik algımızla oynuyor Lawrence.
İlk üç kitap içinde, benim için en durağan ve fakat tarihi arka plan açısından oldukça zengin bir kitap Mountolive. Kardeş kitaplar boyunca bellekteki gerçeklik savaşını asla bitirmeyen Durrell, üst üste attığı düğümleri Clea'da nasıl çözecek merak ediyorum.