Ulemanın yozlaşması sonucunda bir zamanların göğüs kabartıcı düşünce ve vicdan hürriyeti, yerini koyu taassuba bırakıyordu. Tarihçilerin belirttiğine göre, iktidardakilerin fikrine aksi görüş savunanların kâfir olduklarına dair bu dönemde fetvalar alınıp verilmiş, muhalifler 'zulüm ve tedhişe maruz kalmış'; uğursuz oldukları gerekçesiyle vezirler görevden uzaklaştırılmıştır...
Bu ters gelişim zamanla İmparatorluğun temel direklerinden bir diğerini, din hürriyetini de zedelemiştir: Oysa, tam deyimiyle yetmiş iki milleti bir araya toplayıp yöneten Osmanlılarda din ve ırk ayrıcalığı gütmek, imparatorluğun imparatorluk niteliğine aykırı düşmekte, bölünmeleri adeta teşvik etmektedir.
Bu yanlış tutum 'Ben Hıristiyanım', 'Ben Arabım', 'Ben Arnavutum' gibi düşüncelerin 'Ben Osmanlıyım'dan öne çıkmasını kolaylaştırmış, ilerdeki parçalanmaların ortamını hazırlamıştı. IV. Murad'dan başlayarak (1623)
Hıristiyanlara zaman zaman kötü muamele yapılmış, onların "...kıyafetleri, evlerinin renkleri tespit edilmiş; ata binmemeleri, hamamda nalınsız gezmeleri, başlarına çıngırak takmakları, sokakta, kaldırımda yürümemeleri gibi manasız nizamlar konmuştu..."(158)
Görüldüğü gibi, Osmanlı toplumunun her alanını saran bir yozlaşma 17.yüzyılda genişlemekte, genişlemektedir...