Okula başlamamın üzerinden bir ay geçmişti ki, soluk bir gazete haberine sığdırılmaya çalışılmış gözleriyle tanıştım.
Beni yerime mıhlayan, boğazımı düğüm düğüm eden gözlerle . Bu fotoğraf anından birkaç saat sonra kapanacak ve bir
daha asla açılmayacak gözlerle. Sonsuzluk kadar karanlık bir kapı aralığından yüzüme dikilmişlerdi. Haksızlığa uğramışlığın, kendinden emin masumiyetin ve kırık dökük bir vedanın korkusuz, ama kırgın elçileriydi. Onların gencecik ışığını söndürmenin vatan sevmek sayıldığı bir memlekette yaşamanın çaresizliğiyle okudum hikayelerini. "Asmayalım da
besleyelim mi?" diye sormuştu Evren Paşa, apoletlerini şangıtırdatarak. Koca koca adamlar, hayattan daha kıymetli
büyük bir masanın etrafındaydılar. Çok önemli makamlar, çatal
dillerini tıslatarak, yekvücut olup öfkeyle kafalarını salladılar. Netekim, sonunda o gözlerin sahibini, onun gencecik, zarif bedenini, dikenli çalılara takılmış yaralı bir güvercin gibi,
ağaçların en günahkarında asıp, cinayetlerinden geriye bir
tek gazetede gördüğüm o solgun fotoğrafı bıraktılar.
Yokluğun birilerinin varlığına tesir etmesi gerekir. Etmiyorsa, kimse için önemli olmamışsın, kimsenin hayatında boşluğu hissedilecek bir yer dolduramamışsın demektir bu. Uçsuz bucaksız bir yalnızlığın orta yerinde yaşamışsın demektir.
Ben unutmam. Bu meziyet, ahir ömrümün bana verdiği en büyük
cezadır. Yaşadıklarımı, yaşamadıklarımı, söylediklerimi, söylemediklerimi,hatta izlediğim filmleri ve o filmlerin bana fısıldadıklarını dahi unutmam.
Gereklilik kipleri duygularımızı yönlendirmeye başladığında sahicilikten uzaklaşırız. Çünkü öyle olması gerektiği için öyle hissetmek, insanın kendisini kandırmaya çalışmasından başka bir şey değil bana göre.