Bütün anneler, annelerin en güzeli,
Sen, en güzellerin güzeli.
On üçünde evlendin,
On beşinde beni doğurdun,
Yirmi altı yaşındaydın,
Yaşamadan öldün.
Sevgi taşan bu yüreği sana borçluyum.
Bir resmin bile yok bende,
Fotoğraf çektirmek günahtı.
Ne sinema seyrettin, ne tiyatro.
Elektrik, havagazı, su, soba,
Ve karyola bike yoktu evinde.
Denize giremedin,
Okuma yazma bilmedin.
Güzel gözlerin,
Kara peçenin arkasından baktı dünyaya.
Yirmi altı yaşındaydın
Yaşamadan öldün...
Anneler artık yaşamadan ölmeyecek...
Böyle gelmiş,
Ama böyle gitmeyecek!
Kırk bir yıl geçmiş oradan... Dayanılmaz yaşam yükünün, sorum yüklerimin ağırlığı altında bunalınca, ezilince, işte hep o sekiz yaşında beni ağlatan zavallı atların yokuşu tırmanışları gelir gözümün önüne, ağır yüklü arabaları çekmeye çabalamaları... Ben kendimi, kırk bir yıl sonraki kendimi seyredermişim. Bilirim ki, kamçı altında da olsa, tökezlemiş yuvarlanılsa da, bu yokuş çıkılacak, bu yük taşınacak, başka bir umar yok... Önemli olan, yükün altında bile mutlu olabilmenin, yararlı olabilmenin, yaşamın tadını çıkarabilmenin yollarını arayıp bulmak... Çıkacağız bu yokuşu, çıkacağız, çünkü sorumlarımız oranında özgür olabiliyoruz; kaçış, kurtuluş değildir.
Anılarımızdaki duygular, ansıdıklarımız başkaları değil, gerçekte başkalarında yansımış olan kendimiziz; eski günnleri ansıyorsak , yine kendimizi ansıyoruz demektir. Çocukluğumuzun sevileri bile, yine kendimizi sevmemizden başka nedir?..