Issız bozkırın ortasından geçip giden bir otobüs.
Otobüsün ardı sıra uçup gelen bir uçurtma.
Sanki bir çizgi-roman.
Sanki bir çocuk resmi.
Bir masal minyatürü.
Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü. Yirmi yıl sonra aynı şarkılar çalıyor. Elli üç yıl öncesi çekilmiş bir film gösteriliyor. Yirmili yılların, ellili yılların giysileri vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi dinliyor. İşte böylesi bir yaşam önümüzden gelip gidiyor. Sen kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. O, kendi duvarlarının gerisine çekiliyor. Bir başka kentte. Bir başka ülkede. Herkes bir başka kentte. Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok.
Anlatılanların masal olduğunu söyleyenler çoktu. Özellikle Mekke döneminde Kur'an'daki kıssalar anlatıldı ve bir azınlık dışında kimse de inanmadı. Medine'ye geçince başlatılan talanlar, ganimet ve cariye formülleriyle hakimiyetini kurdu. Yani ona kazandıran sağlam bir proje değil; vadettiği maddi çıkarlardı.
Güzel miydi? Onu bir başkasının gözüyle görebilmeyi, gerçekten güzel olup olmadığını bilebilmeyi öyle çok isterdim ki. Belki de o zaman, bir sabah uyandığında ölümcül hastalığından kurtulmuş olduğunu gören masal kahramanları gibi kendime gelebilirdim.