Hayatımın bir döneminin sona erdiğini, aklımın her zaman gerçekçi ve dürüst kalabilen sağlıklı yanıyla seziyordum artık; ama yalnızlıktan korkan telaşlı yanım, bu gerçeği bütünüyle kabul etmeme engeldi.
Bütün hayatımı geçirdiğim sokakları yasaklarla daraltmam ve onu hatırlatan eşyaların uzaklaşmam ,ne yazık ki Füsun’u bana hiç unutturmadı. Sokaklarda kalabalık içinde, davetlerde hayalet görür gibi Füsun’u görmeye başlamıştım çünkü.
Böylece temmuz ortasına kadar her gün saat ikide Merhamet Apartmanı’ndaki daireye gittim. Füsun’un gelmeyeceğine ikna olduktan sonra çektiğim acının gün geçtikçe azalmasına bakarak bazan onun yokluğuna kendimi yavaş yavaş alıştırdığımı zannederdim, ama hiç mi hiç doğru değildi bu. Yalnızca eşyaların verdiği mutlulukla oyalanıyordum. Nişandan sonraki ilk haftanın sonunda aklımın kimi zaman büyüyen, kimi zaman küçülen önemli bir parçası sürekli olarak ona takılmıştı ve bir matematikçi gibi söylersem, toplam acıyı zaten hiç azalmıyor, umutlarımı tam tersine, hala artıyordu. Daireye sanki alışkanlığımı ve onu göre umudumu kaybetmemek için gidiyordum.
Sabırsızlıktan titreyerek içeri girerdim; ilk on beş dakikada aşk acımla umut birbirine karışır, karnımla yüreğimin arasındaki ağrıyla, burnumun ve alnımın içinde hissettiğim heyecan çatışırdı.
Ona aşık olabilir miydim? Derin bir mutluluk hissediyor ve endişeleniyordum. Bu mutluluğu ciddiye almanın tehlikeleriyle hafife almanın bayağılığı arasında ruhumun sıkışabileceğini, kafamın karışıklığından çıkarıyorum.
Aklımın bir yanıyla, Füsun ile Merhamet Apartmanı’nda daha pek çok kereler buluşup sevişeceğimizi sürekli düşünüyordum. Bunu ancak hayatımda olağanüstü bir şey yokmuş gibi yaparsan başarabileceğimi anlamıştım.
Apartmana girdikten yirmi dakika sonra, Füsun kapıyı çaldı. Yani kapıyı çalan Füsun olmalıydı. Kapıya yürürken, dün gece rüyamda ona kapıyı açtığımı gördüğümü hatırladım.