doğayı, uzun elbiseleriyle dans eden kızları, ütülenmemiş gömlekleriyle koşturan erkekleri, tüylerini yalayan kedileri, içinde buharı tüten yeşil çay olan kocaman kupaları, yaşlılık kokan kitapları seviyorum.
İlk defa bir Murakami kitabı beni bu kadar yordu, hırpaladı. kitabın sonunu getirebilmek için kaç bölüm atladım, kaç gün geçirdim bilmiyorum. günün birinde eşi evi terk eden Okada'nın gizemli, falcı tarzı kadınlarla, geleceği gören amcalarla etrafı kuşatılıyor ve eşini bulabilmek için - daha doğrusu sadece geri dönmesini bekliyor-atlattığı badireleri yedi yüz otuz sekiz sayfa boyunca okuyorsunuz ya da okuyamıyorsunuz. Murakami'yi 1Q84 kitabı ile tanımıştım ve bilirsiniz ki o kitabı daha kalın daha iç içe dünyalarla bezenmişti ama ben 5 inç ekranlı telefonumda pdf şeklinde bir solukta bitirmiştim. Murakami'nin yarattığı dünyalara bağışıklık kazanmış bir okuyucuydum yani. Ama olabilir yazarın her kitabından büyük performans beklemeye gerek yok. üstelik bu dediklerim tamamen öznel düşünceler.
feminizm hakkında daha detaylı bilgi öğrenmek amacıyla büyük bir hevesle aldığım kitapta biraz hüsrana uğradığımı söylemeliyim. daha çok araştırma yapacak olanlara hitap eden bu kitapta, tarihçiler ve araştırmacıların eserleri üzerinden gidilmiş. üstelik tüm dünya geneli değilde daha çok İngilizce konuşulan başlıca ülkelerin kadınları hakkında yazılmış. Türkçe'de kadın ve erkeği tanımlayan "cinsiyet" sözcüğü var ve kafa karıştırmıyor. ama İngilizce'de sex biyolojik anlamda cinsiyete tekabül ederken gender, toplumsal cinsiyet anlamına geliyor. ve tek bir kelimenin kadınlar üzerindeki etkisinden yola çıkılarak feminizm anlatılmaya çalışılıyor. okumakta hayli zorlandığımı belirtmek isterim. tarihçiler ve kitapları arasında bilgileri cımbızla almaya çalıştım gibi hissettim.
yoğun geçen bir dönemin ardından istediğim kitapları okuyamayarak geçen zamana üzülüyorum en çok. bazen okuduğum okul yüzünden kağıt görmek dahi istemiyor canım. moral ve motivasyonumun kalmadığı şu sıralar beni tekrardan kitap okumaya iteklemesi ümidiyle tekrardan açıyorum burayı. evlerimizden çıkamadığımız bu zamanda evimdeki okunmamış kitapları okumak için ne güzel bir fırsat.
her elime aldığım kitabı yarısında bırakır olmuştum. yataktan çıkamadığım mıyış mıyış, saçma ve sinir bozucu bir dönem. değişmek ve tekrardan yaşıyormuş gibi hissetmek istiyorum.
herkes gibi daha çok para sahibi olma hayalleriyle yanıp tutuşan kendim adına "Money" filminin etkileyici olduğunu söyleyebilirim.
Filmin sonunda sorulan bir soru var. "Parayı ne için kullanacaktı?"
Borsanın altını üstüne getiren, paraya para demeyen bir adam daha fazla parayı ne için ister?
Bilgisayarın başında basit bir broker olarak işe başlayan Cho aslında toplumdaki çoğu insanı yani bizi yani beni temsil ediyordu. Sıfırları virgüllerle ayıramayacak konuma geldiğinde artık kendisi virgüllerle ayrılmıştı adeta. Basit bir daireden lüks bir siteye, unutulan anne babadan yeni bir sevgiliye en sonunda stresin tavan yaptığı avuç avuç ilaç içmelere varan bir süreç. Oldukça klasik bir "eline para geçmiş" davranışı...
Üniversitede hocamız "Para mutluluk getirir arkadaşlar." dediği zaman bütün amfi kahkahalar atmıştık çünkü doğru söylüyordu.
İşte bu film de paranın gücünü daha jargon bir şekilde izleyenlere aktarmış. Borsa ile de ilgiliyseniz kesinlikle zevk alacağınızı düşünüyorum.
"En çok sabahları seviyorum" dedi Naoko. "Sanki her şey yeniden ve taptaze bir şekilde başlıyor. Öğleden itibaren, içime hüzün çöküyor ve güneşin batmasından nefret ediyorum. İşte her gün, bu hislerle yaşayıp gidiyorum."