Kırsal kesimde çok uzun süre yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim: değişime kapalı, farklı olan hiçbir şeye tahammülleri olmayan ve evet her şeyde kusur arayan insanlar. Ne yapsan yaranamazsın çünkü herkese ve her şeye karışma hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. Kendini geliştiren, yetiştiren insan onlar için tehlike arz eder. Birçok seyi bilmezler fakat bilmek de istemezler. İyi bir şey yaparsanız dedikonuz yapılır, kötü bir şey yapsanız yine dedikodunuz yapılır. Hep bir kıskançlık vardır. Fakat az bir kesimi dışarıda tutarsak ülkemizde genel sosyolojik yapı da böyledir zaten. Zira kırsaldan kente göçenler değişimi bir tehlike olarak gördüklerinden oraya ayak uydurmak yerine zihniyetlerini ve yaşam biçimlerini de yanlarında götürürler.
Bu kitap okumakla alakalı bir şey değil sanki. Daha çok insanın vahşi doğasıyla ilgili. Tarih boyunca da böyle oldu. Güçlü olan güçsüzü eziyor. Öyle olmamasını istiyoruz ve umuyoruz fakat bunun ötesine pek geçemiyoruz.
Çünkü bizim coğrafyamızda aşk mutlulukla değil acıyla özdeşleştirilir. Aşktan yataklara düşülür, aşktan ölünür, aşktan mecnun olup çöllere düşülür, dağlar delinir yine de sevenler kavuşamaz, aşk imkansızsa aşk olur. Şarkılarda, şiirlerde, hikaylerde hep kavuşamayanlardan bahsedilir. Sevip de mutlu olanlara yer verilmez, onlardan bahsedilmez. Böyle öğrenir, fark etmeden "aşk ne kadar imkansızsa o kadar değerlidir" düşüncesine kapılır ve nerde bizi zora düşürecek biri varsa, ki bunu en baştan fark ederiz, yine de onun peşinden gideriz. Bizi mutlu eden biriyle karşılaştık mı da bir şeylerin eksik olduğu hissine kapılır oradan kaçmak isteriz. Hatta "evlilik aşkı öldürür" düşüncesinin temelinde bile bu öğretilerin büyük bir payı olduğu kanısındayım.