Bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevî vüsafâsı olan ehl-i vukuf füsûnkârların bezediği o vâsî füseyfisâda raks ve vüsûb eden vüsemâ gibi birer üfkûhe idiler. Ama füsûs ki, üflendikçe gönüllerdeki menhûs ufûnetin üfûl olduğu, bu füyûz dolu, tabiî bir vüs ve vüs'at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbîden nasıl hâsıl olur diye sanki, fusûl-ı erbaa teessüf ediyordu. Üflenenler âdeta, Şems'in üfûl ettiği ufka gönderilen canlardan ibaret bir demet vüfûd idiler.
Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim "Gel" dememiz değil, ayrıca onların sana "Git" demeleri. Hiç kimseye kötüdür deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.
Hayat denilen şu kısacık yolculukta, ama canlı ama cansız, ama güzel ama çirkin, ama dost ama düşman, kendilerine refâkat eden her şeyi sevip koruyan bu ehl-i insâf dervişler, fıratıldığında bir insanın kafasını dağıtacak bir taşı bile incitmek istemezlerdi. Çünkü biiznillâh dile gelse bir gün sonsuz bir masalı anlatacak o taş, Allah'ın sırdaşı, dolayısıyla kendilerinin can dostu idi. Kâinâtın âhengini bozmaktan, yaratılan her şeye zarar ve zevâl vermekten çekinen bu efendilerin zikir çektikleri mekân o kadar ferâh ve dingindi ki, zincire vurulmuş en saldırgan deliler ve zincirlerinden boşanmış en amansız fırtınalar bile, böylesi bir yerde huzur bulurdu.
Her Musiki, sesin değilde, aslında sessizliğin bir taklidi.
Musiki sessizliğe ne kadar yakınsa, o kadar da mükemmel olur.
Kulakları hassas olduğu halde hiçbir şeyi işitmeyen kişi O'nu dinliyordur.
Sessizlik de bir perdedir. Sessizliği işitebilirsin.
Her devirde ve kudretin bulunduğu her yerde olduğu gibi, bu paşanın maiyetinde de, onun yanı sıra yürüyüp efendisini pohpohlayıp pehpehleyen, iki yüzlü bir yaltakçı bile vardı.