Mevlâna'nın doğumu öncesi XIII. yüzyıl Anadolusu'nda genel durum pek iç açıcı değildi. Kaos ve krizlerin pençesinde inleyen, umutsuzluğun ve karamsarlığın hakim olduğu bir coğrafyada iki şey vardı: Katliam ve kargaşa... Kardeş kavgaları, siyasî otorite boşluğu, mezhep çatışmaları, cemaat kavgaları, hizipçilik, siyasi ve dini kaynaklı isyanlar, sapık ve batıl düşüncelerin yaygınlaşması, toplum simsarlarının halkın özgüvenini tahrip etmesi ve bütün bunlar karşısında insanların ne yapacağını bilememekten kaynaklanan dayanılmaz sancıları...
İnsanlar, neye inanıp neye inanmayacaklarını bilmez bir halde, olup biteni seyretmekle yetiniyorlardı. Adeta kurtarıcı bir el, muştu dolu bir ses bekleyişi içindeydiler. Korku ve ümit arasında yürekler çarpıyor, ayrılıkları gayrılıkları kaldırıp tevhid sancağı altında birlik ve beraberlik mesajı getirecek kutlu bir insan bekliyorlardı..
Bir yandan iç karışıklıklar, taht kavgaları, diğer yandan Moğol zulmüne maruz kalan Anadolu insanı sevgiye, barışa ve huzura hasret kalmıştı. Bu hasret; İslâm'ın nuru, insanlığın gururu Hz. Mevlâna Celaleddin Rûmî doğana kadar sürdü.