Sanat ve dehâ, hattâ milliyet insanları ne kadar birbirlerinden ayırırsa ayırsın hepsinin birbirini tanıyacağı, hepsinin müşterek bir sıfatla birleşeceği nokta kalpleri ve iptilâlarıydı.
Sully Prudhomme’un dediği gibi :
“Aşktan ölenler ne cennete ne cehenneme gidebilirler. Onlar için ebediyet olmaz, onlar cennet ve cehennemi yaşamışlar ve ruhları heyecanlarına, coşkunluklarına sarf edilmiş, bitmiş, yok olmuştur.”
Demek beni mustarip eden aşk değildi, kalbimi ağrıtan sevdiğim adamın benim olmaması değildi, benim ıstırabım, hiçbir kadına müyesser olmayan bir ıstıraptı; kalbimin, varlığımın ikiyüzlülüğünden ileri gelen bir ıstıraptı.
Bende, mezardan çıkmış, mucize ile dirilmiş bir insanın, gündelik hayatın bu kadar derin ve mucizeli saadet kabiliyetine hayret eden hali vardı. Demek nefes almaktan adım atmaya kadar, o kadar basit ve bayağı hareketlerin insanı mest eden bir kudreti varmış.