Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Taylan

Taylan
@umutveadalet
Bir canım var hıncıyla çatlar gök...
Eskişehir Teknik Üniversitesi
Ankara - Eskişehir
Malatya, 5 Ekim
50 okur puanı
Temmuz 2022 tarihinde katıldı
Sabitlenmiş gönderi
Bedenimiz bahçemizdir, irademiz de bahçıvanı, ister ısırgan dikersin, ister kekik, ister hıyar yetiştirir, kabak ekersin, bahçeni ya tek bir bitkiye ayırabilirsin ya da bir sürü çiçekle doldurabilirsin, yeter ki sen iste! Bahçenin kısır kalması da elinde, verimli bakımlı olması da.
Reklam
Yeni doğmuş bebek, annesinin ya da onun yerini alan birinin sıcak ve sevecen yakınlığı ile gelişir. Çocukluk döneminde bunun yerini, diğer insanlarla birlikte etkinliklere katılma, arkadaş edinme ve çevresinden kabul görme ihtiyacı alır. Ergenlik dönemi ve bunu izleyen yetişkinlikte insan, dostluk ve yakın ilişkiler arar. Eğer bebek sıcak bir yakınlıktan yoksun kalır ya da böyle bir beraberlik zamanından önce sona ererse, bu yoksunluğunu düşlerinde yarattığı ilişkilerle gidermeye çalışır. Bu düşleri kimseyle paylaşamadığından yalnız bir çocuk olarak yaşama başlar. Sonradan, toplumun bireyi kendine mal etme yönündeki baskılarına rağmen, çocuk gerçekle düşü ayırabilmeyi yine öğrenemezse yalnızlığı daha da artar. Gerçek olayların yerine kendi düşlerinin içeriğini dile getirdiğinde alaya alınacağı ya da bundan ötürü cezalandırılacağı korkusuyla daha çok içine kapanır. Bebeklikten çocukluğa geçildikçe çocuğun annesiyle olan yakınlığının yoğunluğu giderek azalır ve çocuk, annesinin dışındaki dünyayla da ilişki kurmaya başlar. Ancak eğer annenin sıcak yakınlığı, çocuk dış dünyayla ilişkiye geçmeye gereğince hazır olmadan kesilirse ortaya ciddi sorunlar çıkabilir. Böyle bir çocukta, sevginin nasıl olsa sürekli olmayacağı önyargısıyla, diğer insanlarla yakınlık kurma korkusu gelişebilir. İçinde yaşadığımız kültür yetişkinlerin birbirine sevecen davranmasına zaten elverişli olmadığından ve dolayısıyla durumun sonradan onarılmasını sağlayabilecek bir ortam da bulunmadığından, sonunda çevresinden soyutlanmış, içine dönük ve sevgi verilse de alamayan bir yetişkin karakteri oluşur.
İçinde yaşadığımız kültürde, çoğunluğu oluşturan çevreye yönelik insanlar için yalnızlık öyle ürkütücü bir durum olarak algılanır ki, bu korku, insanın arada bir tek başına kalmasının olumlu yönlerini görebilmelerine fırsat vermez. Çok önemsiz durumlarda bile, örneğin güzel bir pazar günü ailenin diğer üyeleri dışarıda gezmeye gitmişken soğuk algınlığından ötürü günü yatakta geçirmek zorunda kalan biri yalnızlıktan yakınabilir ve kendine acıyabilir. Oysa bu insan aslında kimsesiz ve yalnız değildir; geçici olarak tek başına kalmıştır. Farklı bir düzeyde olmakla birlikte benzer bir durum, çok sevdiği bir yakınını yitirmiş insanlarda görülebilir. Bu insanlar, yalnız kalmış olmanın acısıyla baş edebilmek için, yitirdikleri insanın özelliklerini kendi benliklerine mal ederek o kişinin davranışlarını, görüşlerini benimser, hatta bazen o insanın yarıda kalan sorumluluklarını ve etkinliklerini üstlenerek sürdürürler.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Çevresiyle uyumunun bozulduğu bu tür yalnızlık yaşantılarına karşıt olarak, bir insanın kendi seçimiyle ve "geçici" olarak yalnızlığa çekilmesi ise çoğu kez yapıcı ve yaratıcı sonuçlar doğurur. Yaratıcı insanlar yapıtlarını ya da buluşlarını ancak böylesi yapıcı bir yalnızlık süresinde ortaya çıkarabilirler. Bir başka deyişle, yaratıcı kişi, gerektiğinde yalnız kalabilmekten korkmayan insandır. Yaratıcı insan ancak yalnız kalabildiği zaman içsel dünyasının zenginliklerine inebilir ve bunları sonradan, müzik, görsel sanatlar, edebiyat ya da bilimsel ve teknolojik buluşlar olarak bize ulaştırabilir. Bundan ötürü, gerçek anlamda yaratıcı bir insan yaratıcılık sürecini yaşarken kendisini yalnız hissetmez; yaratmakta olduğu ürünün diğer insanlar tarafından anlaşılabileceği ve kabul edilebileceği umudunu taşıdığından, aslında yalnız değildir.
Yalnızlık öylesine acı veren ve ürkütücü bir duygudur ki, insanlar bu duyguyla yüzleşmemek için her türlü çabayı gösterirler. O denli ki, psikiyatristlerin bile konuyu gereğince işlemiş olduğu söylenemez. Üstelik, bir insanın tek başına yaşaması biçimindeki somut yalnızlık, kendi toplum grubuna yabancılaşma biçiminde yaşanan yalnızlık, çevresi tarafından itilme sonucu yaşanan yalnızlık, bir insanın çevresiyle ilişkilerini en aza indirerek kendi seçimi ile yaşadığı yalnızlık ve insanın kendisini anlaşılmamış ve kimsesiz hissettiği gerçek yalnızlık gibi birbirinden çok farklı yaşantıların tümü "yalnızlık" sözcüğüyle dile getirilir.
Reklam
İnsan bir zaman tüketicisidir. Üstelik bize ayrılan bu zaman oldukça sınırlıdır da. Ama yine de çoğumuz yapmak istediklerimizi sonsuza dek zamanımız varmışçasına erteleriz. Yaşamımız boyunca yitirdiğimiz bazı şeyleri yeniden elde edebilir ya da yerine başka şeyler koyabiliriz. Ama tükettiğimiz zamanı asla!
Toplumumuz bireylerinde oldukça yaygın bir biçimde görülen bir olgu da, kendi zamanının yönetim sorumluluğunu üstlenmeyi öğrenememiş olmaktır. Ne var ki, eyleme geçmeyi ertelerken organizmanın harcadığı enerji, o eylemi gerçekleştirerek harcayacağı enerjiden çok daha fazla olduğu gibi, kişinin kendine saygısının azalmasına da neden olur. Çünkü en sonunda eyleme geçmek "zorunda" kaldığımızda bu artık kendi seçimimiz olamaz. Kendi seçimimizin dışında sürüklenmiş olmanın bedeli ise mutsuzlukla ödenir. Hepimizin içinde var olan "tembel"e de fırsat tanımalıyız, ama zamanını iyi seçerek. Bazı durumlarda ise eyleme geçmekten tümden vazgeçer, "Yapamam ki!", "Beceremem ki!" gibi gerekçeleri kullanırız. Oysa, bir şeyi denemeden beceremeyeceğimizi nasıl bilebiliriz. Yenilgiyle yüzleşme korkusuna tutsak olmak ise daha büyük bir yenilgidir. Üstelik, "Yapamam ki!" gerekçesiyle gerçekleştirmekten kaçındığımız davranışların çoğu aslında yapmak istediklerimizdir. Yapmak istemediklerimiz zaten aklımıza gelmez.
Çocukluk dönemlerinde sürekli yönetilmiş ya da gerekli rehberlikten yoksun bırakılmış kişiler, kendi seçimleriyle değil, tehditle güdülenirler. Burada tehdit sözcüğüyle anlatılmak istenen gerçek bir tehlikenin yaklaşmasından çok, bir insanın yapması gereken işleri son dakikaya bırakması gibi örneklerdir.
Öyle zaman olur ki, sorumluluğumuzun bir başkası tarafından üstlenilmesini isteriz. Bazen ise bir diğer insanın sorumluluğunu üstlenmemiz gerekir. Bir başka deyişle, arada bir çocuk olur ya da çocuk olma ihtiyacında olan bir yakınımızın ana ya da babası oluruz. Dengeli bir biçimde olmak koşuluyla bu tür dayanışmalar yaşamın doğal bir parçasıdır. Çünkü aslında kimse kendi kendine yeterli olamaz. İnsanlara gereğinde "Hayır!" diyebilmek ve bundan ötürü suçlanmamak kadar, onlardan bir şeyler isteyebilmek ve beklentilerimizi hissettirebilmek de kendimize karşı sorumluluğumuzun bir parçasıdır. İnsanlara verebilmek de öyle.
Aslında insanın bireyleşmekten ve kendi sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmasını toplumsal etmenler de pekiştirir. Toplum mağdur kahramanları ödüllendirdiğinden kahır ve üzüntü de sempatiyle karşılanır, kendisini fazla ortaya koymayan kişileri onayladığından kendini ortadan silme tepkileri bazı dolaylı avantajlar sağlar; edinilen bazı bilgilerin ustaca sergilenmesi, insanlara gerçekten bir şeyler katıp katmadığına bakılmaksızın beğeni toplar. Bir diğer deyişle, insanların kendilerini yaşama sorumluluğunu üstlenmemek için geliştirdikleri mekanizmalar iyi pazarlandığında bireyin toplum gözündeki değerini bile artırabilir ki bu da toplumun kendi sağlıksızlığının bir göstergesidir.
Reklam
Bir düşünce tartışmasının üstesinden gelememek, duygusal bir yaşantı sonucu zedelenmekten daha az acı verir. Üstelik, mantık ve yorumlama öznel bir biçimde kullanılabilir. Çünkü bir olaya nasıl bakarsak bize öyle görünür. Bu nedenle, yaşanan olaylara ilişkin gerçek duyguları seçerek gerekli tepkileri vermek yerine, olayları yorumlama ve bazen de yargılama yolu yeğlenir. Aslında bunu herkes arada bir yaparsa da, süreklilik kazandığı zaman insanın kendisine giderek yabancılaşmasına neden olur. Düşüncelerine karşı beğeni geliştirdiğimiz bazı kişilerin olgunlaşmamış davranışlar göstererek bizi düş kırıklığına uğratmalarının gerisindeki neden de budur.
Yapıcı ve yaratıcı düşünce yeni yaşantılara açılmanın hazırlığıdır. Eleştirici düşünce ise geçmişte yapılmış hataları yinelememeyi sağlar. Oysa günümüzde pek çok insan soyut kavramlar içinde kendilerini yitirerek gerçek benlikleriyle yüzleşmekten kaçınmaya çalışmaktadır. Duygusal yakınlıktan ürken bu kişiler, incinme olasılığını azaltmak için düşünce aracılığıyla ilişkiye geçerler.
Çevremizde, yaşayacağı yerde nasıl yaşanması gerektiğini sürekli tartışan insanların sayısı hiç de az değildir. Ama gün boyunca yalnızca tartışan bir insan ne yaşamış, kendine ve çevresine ne katmış olabilir ki? Üstelik ülkemizde böylesi tartışmalar bir dönemde politik bir içerik de kazanarak adeta toplumsal bir kitle histerisine dönüşmüştür. Kuşkusuz, bazen yaşadığımız bazı olaylardan çıkardığımız sonuçlar bilgiye dönüşür, bazen ise edindiğimiz bazı bilgileri sonradan yaşantıya dönüştürürüz. Ama genelde, yaşantıya dönüşmemiş bilgi gerçek bilgi değildir. Ya da Konfüçyüs'ün deyişiyle, "Bilmek uygulamaktır! "
Toplumumuzun özellikle aydın kesiminde görülen bir diğer kaçış mekanizması ise duygu, sezgi ve duyarlık gibi içsel yaşantıların yerini düşüncenin almasıdır. Yaşamak, yaşantı üretmeyi, yaşama katılmayı, yorum yapmak yerine duygusal tepkiler verebilmeyi ve içsel yaşantılarımızı algılamaya çalışarak o doğrultuda hareket edebilmeyi içerir. Ama bu, düşünmeden yaşamak anlamına da gelmez. Çünkü ancak ilkel toplumların üyeleri, olgunlaşmamış yetişkinler ve çocuklar düşünce ve mantığı gereğince kullanamazlar. Yoksa düşünce, benliğimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Ama Batı toplumlarında düşünce ve mantığa verilen önemin giderek abartılmış olması, bu gelişmelerin insanı kendisine yabancılaştırmakta mı olduğu sorusunun ortaya atılmasına ve İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana karşıt bazı tepkilerin oluşmasına neden olmuştur.
Kimi insan ise günün zevk ve eğlence modalarını sürekli deneyerek gerçek benliğinden kaçmaya çalışır. Akşam olduğunda evinde oturamayan ve mutlaka kendisini unutabileceği bir ortama sığınma gereğini duyan insanlar vardır. Kimi sürekli kahvehanede ya da gece kulüplerindedir, kimi meyhanede, kimi ise kumar masasında. Anlamsızlıktan ve boşluktan bunalan bazı ev kadınları için kumar gün boyunca kullanılan bir uyuşturucu durumuna gelebilir. Gerçek yaşamda kazanılamayan zaferin kumar masasında elde edilebileceği umudu buna eşlik eder. Alkol ya da uyuşturucu madde tutkusu ise bu tür durumların uç örnekleridir.
Bir insanın kendisini yaşayabilme sorumluluğundan kaçmak için kullandığı yöntemlerden biri de içine kapanma ve yaşamla ilişkileri en aza indirme biçiminde görülür. Bazen bunun tam karşıtı bir tutumla kişi, diğer insanlara karşı sürekli bir savaş durumuna girerek çevresinde yarattığı kargaşanın içinde kendi içsel çatışmalarından uzaklaşmaya çalışır. Bazı insanlar ise bireyleşmekten vazgeçerek derinlikten yoksun bir yaşam sürdürürler. Böyle bir kişi, toplum kurallarına ve inançlarına sarılarak kendisinden kaçmaya çalışır ve toplumun uzantısı olan bir robot durumuna gelir. Bu tür insanlar kendilerini yaşamama karşılığında çevreden saygı görürler. Toplum değerleri geçerli olduğu sürece onlar da geçerlidir. Ama için için kendilerini değersiz bulurlar. Eğer özdeşleştikleri toplumda bir değişim olursa çevrelerindeki olayların kurbanı olabilir ya da toplum bir karışıklık döneminden geçiyorsa şaşkınlığa düşebilirler.
368 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.