Kalp kıyametimiz midir? Dünya bedenimizde parçalar halinde dağılırken depremler ellerimizi titretiyor, yangınlar boğazımızı yakıyor, hislerimiz sular altında kalıyor ve duygularımız heyelan misali yıkılıyordu. Bütün kötülükler biribirini devam ettirirken, deprem olan ellerimizde kaderimiz gülümsüyor, yangın çıkmış olan boğazımızda çiçekler yeşeriyor, sular altında kalan hislerimiz yeni hislerimizin tohumlarını ortaya çıkarıyor ve duygularımız heyelan misali yıkıldıkları yerde tekrardan doğruluyordu. Dünya bedenimizdeydi, iyisiyle ve kötüsüyle bizimle beraber yaşıyordu; kalbimiz ise dünyamızın kıyametiydi fakat bizim kendi dünyamızda kıyamet sadece bir kez olmuyordu. Kalbin kıyameti; ellerimiz titrerken kaderin kahkahalarının duyulması, yangında boğazımız yanarken çiçeklerin daima canlı kalması, sular altında kalan hislerimizin tohumlarında papatyalar yeşermesi ve heyelan misali yıkılan duygularımızın bile yıkılırken daima gücü elinde tutması demekti.
Kalbimiz, bizim dünyamızın bütün iyiliklerini ve kötülüklerini içinde barındıran fakat kıyameti anımsatarak her atışında bütün acıları ve güzellikleri hissettirmesi demekti.
Kalbim, kıyametimdi. Benim kıyametim, dünyamın iyilikleri ve güzellikleri;kötülükleri ve çirkinlikleriydi.
“Papatyalardan bir hapis olacak,” dedi ve kafasını aşağı yukarı salladı. “Mezarlıkların üzerine ekilen çiçekler sadece ruhları emer ve bu yüzden çürüyen bir ceset, başka bir canlıyı yaşatır.”
Bakışlarımı ona çevirdim ve büyük bir hayranlıkla “Korel,” dedim donuk bir sesle. “Bir gün ölürsem bunu benim için de yapar mısın?”
Kaşları çatıldı ve gözlerini benden uzaklaştırdı; çenesi seğirirken adem elması hareket etti. “Bir gün ölürsen mezarının etrafını papatyalarla değil, sarmaşıklarla donatırım. Senin parmaklıkların papatyalar değil, sarmaşıklar olur.”
"Gözlerimiz, en kıdemli şahidimiz, en yüce sırdaşımız, en sessiz çığlığımızdır." Sekiz yaşındaki oğlunun elini tutan annesinin cümlesi, bir an ikisinin de ruhunun soğukluğuna buz kütlesini ekledi. "Ve korku, gözlerimize çizilmiş en derin izdir."
"Seni bir yerden tanıyor muyum?" dedim, şüpheli bir tınıyla. "Sanki daha önce hayatıma girmiş gibisin." Kirpikleri, güzel yüzüne gôlge düşürdü ve elmacık kemiklerini ortaya çıkararak nefesini tuttu. Bakışları, sanki yıllardır tanıdığım bir tapınaktı ve ben o harelere tutsaktım. Sustu, cevap vermedi.
"Çenendeki iz," dedim, sonbahar rengi gôzlerindeki derin kuyuları kazmaya çalışırken. "Nasıl oldu?"
İrislerindeki yakıcı ton ateş aldı ve külleri dilinin üstünde yol alıyormuş gibi yutkundu.
"O 'iz' değil." Sustu, bakışları donuklaştı. Gözlerinin içi; ışıksız bir oda, huzursuz bir cennet oldu. "Emare," dedi...