Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Fabio L. Grassi

Fabio L. GrassiAtatürk yazarı
Yazar
7.0/10
20 Kişi
82
Okunma
9
Beğeni
1.785
Görüntülenme

Fabio L. Grassi Gönderileri

Fabio L. Grassi kitaplarını, Fabio L. Grassi sözleri ve alıntılarını, Fabio L. Grassi yazarlarını, Fabio L. Grassi yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Bu azınlıklar en önemli toplulukların hepsinde yer alıyorlardı ama önemli bir fark vardı: Müslüman olmayan topluluklarda modern ticari, girişimci, finansçı burjuva sınıfı oluşurken, Müslüman ve özellikle de Türk olanlarda tedirgin azınlık devletin emrindeydi. Bir başka deyişle gerçek bir Türk burjuvazisi yoktu; bir Türk için sadece sınıf atlama değil, aynı zamanda entelektüel bir ilerleme gündeme geldiğinde ya da modernliğin ilkelerini ve teknik gelişmelerini benimsemesi söz konusu olduğunda, bu devlet düzeni içinde gerçekleşirdi; her şeyden önce ordu sonra da idari kadro akla gelmeliydi; Türkler bir meslek sahibi olduklarında, örneğin hekimliği seçtiklerinde bunu öncelikli olarak devlet bünyesinde yapıyorlar, sözgelişi askeri hekim oluyorlardı.
Sayfa 32 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Habsburg İmparatorluğu örneğinde, farklı uluslar durumlarını korumak ya da pozisyon kazanmayı elbette amaçlıyordu fakat kurumsal tabloyu kökten değiştirmeyi arzu etmiyordu. Oysa bu kadim rejimlerin ayakta kalmaları iç ve dış huzurdan kaynaklanıyordu. Huzurlu dönemlerde sessiz çoğunluklar öne çıkarlar (ve şu ana kadar incelenenlere bakılırsa Osmanlı İmparatorluğu'nda "sokaktaki Hıristiyan"ın bağımsızlık ya da devrimcilik gibi heveseleri yoktu) ama buhran dönemlerinde kararlı, kamçılanmış, hırslı ve ideolojik olarak bilenmiş azınlıkların sesi duyulur. Ve bunlar Abdülhamid rejiminden nefret ediyorlardı; bunun nedeni polisiye ve baskıcı tutumundan çok arkaik, ataerkil ve rüşvete düşkün olması idi.
Sayfa 32 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Reklam
Bilindiği üzere, Japonya'da imparator figürünün ilahlaştırılması 19. yüzyılın son on yılında tepeden inen devrimle eşzamanlıdır. Kemalist Cumhuriyeti incelediğimizde; başkan olan kişinin kutsallaştırılmasının, bu tür tepeden inme kökten modernleşme sürecinin sık rastlanan ve belki de gerekli bir yönünün olduğunu söyleyebiliriz. 19 Batı'dan gelen etkilerden korunma ve buna bir yanıt verme çabaları içinde olan Abdülhamid'in hükümdarlığı döneminde Müslüman olmayanlar bütün olarak eskisinden çok daha rahat yaşadılar. Milliyetçi çalkantıların olmadığı yerlerde Ermeniler refah düzeylerini artırmayı sürdürüyorlardı; Girit meselesi ve 1897 Türk-Yunan Savaşı'na karşın Rumların durumu da aynı şekilde çok iyiydi. 1893 yılında Fransız bir gözlemci şunları yazmıştı: Bir Bulgar Türkiye'ye geçince onun gözüne ilk çarpan, aldığı özgürlük dolu soluk oluyor. Kuramsal olarak despot bir hükümetin yönetimi altında olsa bile, insan anayasal bir devlette bulacağından daha fazla bir özgürlük duygusu yaşıyor (...) Hatta bir hükümetin varlığını bile hissetmiyor (...) İnsanı taciz eden polislerin, ağır vergilerin, yoğun kamu hizmetlerinde çalışma zorunluluğunun olmamasını sultanın gayrimüslim kullarının takdir etmesi gerekir (...)20
Sayfa 31 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Bunlar olası bütün entelektüel ve sözel cambazlıklara rağmen birbirleriyle tamamen çelişen parolalardı: Osmanlıcılık sonuç olarak Müslüman olmayan toplulukları güvence altına alma ve aynı zamanda onları hanedanlığa bağlama çabasıydı; tam zıddı olan İslamcılık ise Müslüman dünyayı seferberliğe çağırarak halife-sultan önderliğinde bu dünyada hak iddia etmek demekti. Türkçülük güçlü bir Türk kimliğini yeniden canlandırmayı amaçlıyordu; bu kimlik Müslüman olmayan halklarınkiyle eğilim olarak çatışıyordu ama bir şekilde İslam dünyasından da kopuktu; Turancılık Türk halklarının ortak köklerini yeniden ele geçirmeyi ve onları siyaseten birleştirmeyi hedefliyordu.
Sayfa 30 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
II. Abdülhamid yeni doğmakta olan Türk milliyetçiliğine kuşkuyla bakmaktaydı ve modernleşme girişimine karşı çıkmadan, imparatorluğun kurtuluşu için birleştirici unsur olarak İslam'ı görüyordu. II. Abdülhamid'in bu seçimi mantıklıydı: Türk milliyetçiliği imparatorluğun çokuluslu kimliği için büyük bir şanssızlıktı ama hesaba vurunca İslamcılık da iyi bir çözüm olamıyordu. Türk milliyetçiliği imparatorluğun Hıristiyan topluluklarınınkinin tersine, doğuşundan itibaren programlanmış olarak değilse de eğilim olarak dinsel duygularla çatışıyordu; bu özellik Kemalist dönemde daha da güçlenecekti. Batı modernliğinin ve milliyetçilik akımlarının ortaya çıkışının karşısında imparatorluk sıkıntılı bir biçimde uyum sağlama çabasına girmişti. Başlatılan modernleşme ve laikleşme süreci, toplumun içinden gelişen bir olgudan çok devletin varlığını korumak için bir tepkiydi.
Sayfa 30 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Tahmin edilebileceğinin tersine, Ermenilerin koşulları 19. yüzyılın ilk yarısında özellikle çok daha iyi bir duruma gelmişti: milliyetçi Helen hareketleri ve Yunanistan Krallığı'nın doğumu nedeniyle Ermeniler imparatorluğun "yardımcı" unsurlarından biri olan Rumlara yeğlenir olmuşlardı. Pek çok Ermeni hükümette ve diplomatik görevlerde yer almıştı. Yeni camilerin ve sultanların yeni konutlarının mimarları da Ermeni Balyan ailesiydi. Ama Ermeni aydınları ve genel olarak en modern, ilerici, Batılılaşmış Ermeni elitleri öteki Hıristiyan halkların şu ya da bu şekilde Osmanlı egemenliğinden sıyrılıp özgürlüklerine kavuşmayı başardıklarını gözlemliyorlardı ve gayet anlaşılır bir biçimde batmak üzere olan bir gemide kalmaktansa, bu örnekleri izlemek doğru ve meşru olmaz mı diye düşünüyorlardı.
Sayfa 29 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Reklam
Genel olarak Latin-Katolik olanlara Frenk denildiğinden Batı'dan gelen bütün yeni adetler ve nesneler alafranga adını aldı ve alaycı bir yansımayla bunlara ters düşen her şey alaturka diye nitelendirildi.
Sayfa 24 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
3 Kasım 1839 günü hükümdarların tarihi konutu olan Topkapı Sarayı'nın altında bulunan Gülhane'de imparatorluk fermanının okunması, haklı olarak Osmanlı reformunun başlangıcı olarak kabul edilir, Bu ferman Tanzimatı, yani "yeniden düzenlemeyi ilan ediyordu: bu ılımlı sözcük tercih edildi, çünkü açıktan açığa yenilik, reform, devrim düşüncesini ortaya koyan bir sözcük muhafazakar Müslümanları, gelenek bekçilerini ve bunların yolundan ayrılmayan cahil kitlelerinin muhalefetini artıracaktı.
Sayfa 24 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
18. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı hükümdarları kendilerini kafirlerden yalnızca bilim devriminin ürünlerini, dar görüşlü bir bakışla, askeri teknoloji ithal etmekle yetinebilecekleri konusunda kandırdılar. 18. ve 19. yüzyıl arasında III. Selim muhafazakâr güçlerin ciddi direnciyle mücadele ederek orduyu yeniden düzene koymaya çalıştı. 19. yüzyıl padişahları devletin genel olarak ve derinlemesine modernleştirilmesi sorunuyla yüzleşmek zorunda kaldılar, çünkü alışıldık düşmanın gücünün artması sorunundan daha ağır bir tehlike baş göstermeye başlamıştı: milliyetçi ayrılıkçılık hareketleri.
Sayfa 24 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
1774'te imzalanan Küçük Kaynarca Barış Antlaşması ise sadece Osmanlı Devleti'nin değil, bütün Türk dünyasının can düşmanı olarak ortaya çıkan gücün, Çarlık İmparatorluğu'nun ilk belirgin zaferiydi.
Sayfa 23 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Reklam
Başlangıçtan beri Müslüman olmayan milletlerin tebaaları, zimmilerin (korunanların) hakları, hukuki açıdan Müslüman tebaanın altındaydı; -silah bulundurma gibi-sınırlamalara ve özel vergilere tabi tutuluyorlardı; buna karşın aynı çağda Hıristiyan dünyasındaki hiçbir dini azınlığın hayal bile edemeyeceği geniş bir hoşgörü ile karşı karşıyaydılar ve kendi kendilerini yönetme serbestisine sahiptiler. Özellikle Yahudilerin, Hıristiyan ülkelerde olduğundan çok daha rahat yaşama koşulları vardı; İstanbul Yahudileri, yani "Katolik Kralların" İspanya'sından iltica eden ve onlara comertçe kucak açan II. Ваyezid sayesinde bu kente yerleşen Yahudiler, Ladino diye tanınan dillerini konuşmayı sürdürdüler; bu farklı İspanyol diyalekti bugün dünyanın yok olmaya yüz tutmuş dillerinden biridir.
Sayfa 23 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Osmanlı İmparatorluğu modern Avrupa devletlerine göre geri kalmaya başlayıp "Avrupa'nın hasta adamı" haline gelince ötekiler, Türk ve en önce Müslüman olmayanlar kendi devletlerini kurma ya da yeniden kurma çabasına giriştiler. Ötekiler –artık gayet iyi bilinen ve tanınan biçimde– daima ötekiler olarak kalmışlardı, çünkü Osmanlı padişahları onları Müslüman ve Türk kimliğine sokmayı asla hedeflememişlerdi Osmanlı iktidarı Virgilius'un Romalılarına "Parcere subiectis et debellare superbos" ifadesiyle seslendiği kesinlikle uzlaşmacı olmayan ama pratik tutumla kendi intikamını alabilirdi Romalılar en azından imparatorluklarının batı bölümünü derinlemesine Romalılaştırmayı başarmışlardı. Oysa Türkler bunu denemediler bile. Bunun nedenleri farklıdır ama temelde dini olanı dikkate alınmalıdır: Romalılar, egemenlikleri altındaki halklar gibi (Yahudiler dışında) kavramsal olarak hafif ve kucaklayıcı olan ama pratik ve siyasi düzlemde karmaşık ve baskın bir dine sahiptiler; semavi dinlerse tarih içinde son derece güçlü dışlayıcı kimlikler yaratmak konusunda kusursuz olduklarını ortaya koydular. Sonuç olarak, Osmanlı iktidarı bütünleşmeyi değil, birlikte yaşamayı hedeflemiş ve uygulamıştı. Gene de şunu ekleyebiliriz: Öz kimliklerin güvende olması sayesinde farklı topluluklar –gündelik hayatta, geleneklerde, törensel uygulamalara katılımda– kaynaşma konusunda sayısız örnek sergileyebilmişlerdi.
Sayfa 22 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Genel olarak göçmenliği bırakan Türkler arasında, hanedanın ve dinselliğin getirdiği kimlik, etnik kimliği bastırdı. Her şeye rağmen saray ortamında da ataların Orta Asya'ya dayanan göçebe kökenleri bütünüyle unutulmadı: 1453'te Konstantinopolis'i fetheden Fatih Sultan Mehmed döneminde bile –Türk diliyle kesinlikle uyumlu olmayan– Arap alfabesinin yanı sıra bugün Çin devletinin hor görülen bir azınlığı durumunda olan, oysa 9 ve 10. yüzyıllar arasında bozkırların en açık, eğitimli ve ilginç imparatorluklarından birinin yaratıcısı olan Uygurların alfabesi kullanılıyordu Osmanlı padişahları sayısız unvanları arasında "han"ı asla ihmal etmedikleri gibi daha eskiden "tug" olarak bilinen tuğ, yani ucuna at kuyruğu bağlanmış ve tepesine altın yaldızlı top geçirilmiş mızrak da iktidarın ve sorumluluğun simgesi olarak kaldı: Kuyrukların sayısıyla güç doğru orantılıydı.
Sayfa 21 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Rumeli terimi Osmanlılarla birlikte egemenlikleri altına giren Avrupa topraklarını ifade eden bir anlam kazandı. Türkler Küçük Asya'ya Yunanca kökenli bir sözcükle Anadolu adını verdiler; oysa Türk olmayanlar (en başta 12. yüzyıl İtalyanları) Küçük Asya'yı Türkiye olarak tanıdılar; bu durum Rumeli'nin daha sonra Batı'da Avrupa Türkiyesi olarak tanınmasını engellemedi.
Sayfa 21 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
Moğol işgalinin sarsıntısının dinmesinden iki yüz yıl sonra Selçuk İmparatorluğu'nun mirasının küçük ve orta boy güçlerinden bir tanesi olan ve konum olarak en batıda, Bursa'da bulunan Osmanlı, kuzeydoğuya, Avrupa'ya doğru gösterdiği ilerlemeyle dikkat çekiyordu. Zaman içinde büyük bir imparatorluk haline gelen bu devlet, 1299 yı lında Osman (Arapçada Uthman) Bey tarafından ve Orta Asya kökenli olduklarını unutmayan ama kendilerini asıl olarak Müslüman, yani İbrahim ve İshak'ın kabul ettikleri Tanrı'nın son peygamberinin takipçileri ve kendilerini egemen hanedana sadık Osmanlılar olarak tanıtan Türkler tarafından kurulmuştu.
Sayfa 21 - Turkuvaz KitapçılıkKitabı okuyor
154 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.