İnsan nasıl böyle bir kitap yazabilir, anlayamadım. Çok büyüleyici, çok etkileyici, çok masalsı. Bir Fransız masalı, sıradışı. Hem savaşı, hem aşkları, hem hırsları anlatan. Büyülü gerçeklik örneği olarak değerlendirilmiş ve yayınlandığı zaman çokça ödül almış. Hakkı ödüller ve güzel incelemelerle verilmiş. Büyülü gerçeklik zaten okumayı sevdiğim bir türdü ama kitap bundan çok daha fazlasını içeriyor. Bunu okuyup, sonrasında gerçekliğe dönmek zor.
“Oraya vardığında, Montsouris Parkı’na git ve çakılların üstünde yürüyen kadınların ayak seslerine kulak ver. Onun ayak seslerinin orada hâlâ duyulacağından hiç kuşkum yok. Ben onları sürekli duyuyorum.”
“Işıksız, havasız, patikasız ormanlar. Belleğinin ormanları. Girilmez, boğucu. Bununla birlikte, o ormanlarda kendinden bir şeyler vardı, yitip gitmiş.”
“Kımıldamamak. Konuşmamak. Ve yaşamı duymamak. Nabzında salt acının vuruşları halinde atan yaşamı. Ve düşünmemek. Ölümü duymamak için ölü gibi durmak.“
“Yerinde yalnızca yıkım ve yara bırakmış olan savaş. Gökyüzü tuğla ve toz, sokaklar alev, duvarlar kan rengindeydi, insanların yüzleri ise alçı, pas ve sis renginde.”
“Uzaklar. Burası diye bir şey yoktu artık, ne de bugün diye. Yeri saptanamaz ve ulaşılamaz uzaklar vardı yalnızca, bir de korkudan ağzı açık kalmış yarınlar.”