Garson, masayla mutfak arasında koşuşup duruyordu. “Evet beyim, geliyor beyim, şimdi hazır beyim.” Turgut, masalardaki aşırılığı yeterli bulunca, birden garsonun hızını kesti: “Oldu artık. Şimdi bizi rahatsız etmek yok. Bu masayı unut, ben seni hatırlayıncaya kadar.” Gülerek Metin’e baktı: “Her şey tamam mı? Muhabbete geçelim mi?” Garson, Turgut’u
Bu kitabı ne berbat buldum ne de sevdim. Öncelikle kitabı yarım bıraktım, dayanamadım. Kadın karakterimiz güçlü olsa bile bunu gösteremiyor, kendini övüp duruyor ve aptalca davranışlarda bulunuyor mesela kız iki kere hırsızlık yapmasına rağmen mükemmel hırsız olduğunu söylüyor ama ikisinde de bir işi beceremiyor. Hırsızlık yapmasının nedeni ise eğlence içinmiş. Yani dünyasında o kadar yoksul insan var -ki o da bunları eleştiriyor- ama onlara yardım edeceği yerde gidip eğlence için hırsızlık yapıyor. Ya arkadaşım rahat bir sarayın var, her şeyin önünde neden gidip hırsızlık yapıyorsun rahat mı batıyor ya zaten ikincisinde yakalanıyor ve çok çok ölümcül(!) bir hapishaneye gidiyor. Şimdi bu kadar ölümcül, yeri dahi bilinmeyen bu hapishaneyi, çok yavan buldum yani bildiğiniz normal bir hapishane olarak betimleniyor ama bu kadar efsaneleşmiş bir yer olduğuna göre daha korkutucu ve gerilimli bir şeyler yazabilirdi yazar aynı şekilde arenayı da. Sonra meşhur Warwick Farkas zeus'un insan formu o kadar muhteşem bakın şimdi özelliklerini sayıyorum: kuvvetli, büyük, güçlü, sesi mükemmel, tek bakışıyla insanları korkutan ve onu arzulamasına yol açan bir canlı. Yazarcığım anladık ya çok mükemmel. Gelelim başka bir noktaya bir sürü kitapta olan bu klişeye, herkesin kadın karaktere aşık olması ve kızın diğer kızlardan farklı olması. Offf ! Toplamak istersek kitap çok yüzeysel ve iyi bir kitap çıkacak bir konudan maalesef böyle bir roman çıkmış. Üzüldüm.
Savage LandsStacey Marie Brown · Twisted Fairy Publishing · 20212 okunma
Abi her insan bir ayna sanki.Baksana biz sohbet edip kalplerine dokununca onlarda sohbet etti.İnşallah tüm aynalar temiz kalır da böylece dünyamızda pırıl pırıl olur
Gelin az da olsa Hz. Osman'ı (r.a), Osman bin Affan'ı tanıyalım.
Hz. Ebûbekir-i Sıddîk'in (r.a.) delaletiyle ilk iman edenler şerefine eren büyük sahabi aynı zamanda aşere-i mübeşşeredendir. Yani daha dünyada iken cennetle müjdelenme şeref ve bahtiyarlığına ermiştir.
Alemlere rahmet, sevgili Peygamberimiz (s.a.v);
"Ben ona
Türk Hava Yollari, Napoli ucaginin bekleme salonundayim. Önümde üç kız.
Otuz yaşlarındalar. Galiba Norveççe konuşuyorlar. Hafif abartili seyahat coskusunda, birbirleriyle ilgililer.
Ne güzel.
Yine de bana bakmalarını isterdim.
Korku toplumlarına özgü, ötekine duyarlı bir halet-i ruhiye içinde değiller.
Istanbul'da metroda, otobüste bir göz gezdirin. Hemen herkes birbirini süzmektedir. Birbirinden gözünü kaçırmakta.
Sürekli teyakkuz halindeyiz.
Birbirimize güvenemeyeceğimizin bilincindeyiz.
Bir olay cikarsa kim kimin tarafinda olacak, belli değil.
Dünyanın ilk kahvehaneleri İstanbul'da kurulmuşken, kahve kültürü dünyaya buradan yayılmışken, birkaç Amerikalı müteşebbisin kurduğu Starbucks'a mahkumuz.
Kulübeye gittim. İçinde henüz genç bir adam vardı.
-Ne istersin? Dedi.
Ben ne istediğimi bilmiyordum. Yol arkadaşım cevap verdi.
-Hiçlik Zirvesi'ni ziyarete getirdim, lütfen rehberi olun! Dedi.
Genç adam bana memnuniyet nazarıyla baktı, elimden tuttu ve:
-Gel, dedi.
Bir ağacın gölgesinde oturduk. Bana dedi ki:
- Hiçlik Zirvesi'ne insan türünün binde, yüz binde biri çıkamaz. Zira ona çıkmak için insan kendine hâkim olmalı. Bir kalpte emel olursa yollarda kalır. Oraya canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde öyle bir kuvvet hissedebiliyor musun? Bilakis aciz ve sabırsız bir adam olduğumu, yalnız iyi niyetim bulunduğunu söyledim.
-Heyhat! Insanların ekserisi böyledir. Hele bir teşebbüs edelim, belki başarınız, dedi.
"𝚉𝚎𝚟𝚔-𝚒 𝚍ü𝚗𝚢𝚊𝚢𝚊 𝚏𝚒𝚛𝚒𝚋 𝚘𝚕𝚖𝚊𝚍ı𝚕𝚊𝚛 𝚎𝚑𝚕-𝚒 𝚔𝚎𝚖𝚊𝚕
𝙱𝚒𝚕𝚍𝚒𝚕𝚎𝚛 𝚑𝚊𝚜ı𝚕ı 𝚑𝚎𝚙 𝚣𝚒𝚕𝚕 𝚞 𝚑𝚞𝚟𝚎'𝚕-𝚕𝚞𝚋 𝚞 𝚑𝚊𝚢𝚊𝚕
𝚉𝚎𝚟𝚔𝚎 𝚝𝚎ş𝚋𝚒𝚑𝚒 𝚌𝚒𝚑𝚊𝚗ı𝚗 𝚑𝚎𝚕𝚎 𝚛ü𝚢𝚊𝚢𝚊 𝚖𝚒𝚜𝚊𝚕
𝙳𝚊𝚖𝚎𝚗-𝚒 𝚊ş𝚔ı 𝚝𝚞𝚝𝚞𝚙 𝚋𝚞𝚕𝚍𝚞 𝚔𝚊𝚖𝚞 𝚔𝚞𝚛𝚋-𝚞 𝚟𝚒𝚜𝚊𝚕
Kulağım iyice zayıflamıştı. Sesi âdeta çok uzaktan gibi geliyordu. Yavaş yavaş duygularımdan, daha doğrusu dışa ait hislerimden soyutlanmaya başladım. Bir şey görmüyor, işitmiyordum. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım. Bu hal çok sürmedi, dimağî (zihinsel) faaliyet başladı. Zahiren bir şey hissetmezken kendimi garip bir âlemde görmeye başladım. Hayalin derinliklerine dalmış idim, gözlerim kapalı olduğu halde görüyordum.... Görüyordum ki: İklimimize benzemeyen bir sahrada bulunuyordum. Sahra, görmediğim bir takım bitkiler ile kaplıydı. Sazlıklarımızı andıran uzun otlar arsında türlü türlü hayvanat geziniyordu. Bunların bazısı yırtıcı hayvanlar idi. Lakin ben onlardan korkmuyordum. Hiç çekinmeden yoluma devam ediyordum. Ara sıra bana söz söyleyen bir de yol arkadaşım vardı. Lakin cismini (kendisini) göremiyordum. Fakat bir şey sormak icap etse, soruyor ve cevabını alıyordum. Saatlerce yürüdük yoruldum. Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu, gittiğimizi sordum.
-Hindistan'dayız. Hiçlik Zirvesi'ne gidiyoruz! Dedi.
Yol arkadaşım esneyerek üzgün olduğumu söyledi ve beni bir kola içmeye davet etti.
“Çok iyi gözlemlemişsin,” dedim teklifini geri çevirmek için.
“Şu an dünyada en çok hoşuma giden şey üzgün olmak.”
Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. Her gün bir kez dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim. Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. Her gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. Her gün bir kuzey kışı indi içime. Her gün
Ne güzel şey, dedi Ada."Hani insanların küçük şeylerle mutlu olabilmesi ne güzel ! Ama bence güzeli onu da mutlu eden küçük şeye hak ettiği değeri verip onu da mutlu edebilmek ."