Neden aynı şartların sunulduğu şu olayda bir çocuk bu, diğer çocuk o şekilde davrandı?" diye sorabiliyoruz, çocukların aynı şeye aynı tepkiyi vermesi beklenirmiş gibi.
*** Toplumun bize "Başka türlü olmaz." diye öğrettiği şeylere inandığımız oranda çocuklarımızı sakatlıyoruz, onları göremiyoruz, anlayamıyoruz, tanıyamıyoruz.
*** Geleneksel kodlarımızla da kadının arzu eden değil arzu edilen olmasını bekliyoruz; kadının, erkeğini kendi iradesiyle seçme- yip erkek tarafından seçilmeyi beklediği kültür biçimleri, tüm kıtalarda binlerce yıldır hüküm sürüyor. Kendi arzularının, tercihlerinin ne olduğunu fark edebilmesine bile ket vurulmuş bir insan, kendi hayatını nasıl yaratabilir?
*** Ona öğretilmiş hayatın dışına çıkabilirdi kuşkusuz bunun için zihnindekiler hariç hiçbir engeli yoktu. Ama kadınlara zihinlerindeki engelleri öyle erkenden, onları benliklerinin öyle derin bir yerinden sarsarak yerleştiriyorlar ki, kadınlar başka türlü bir hayatın mümkün olmadığına, olamayacağına gerçekten inanıyor ve bu tamamen sahte inanca göre yaşıyorlar.
*** "Ne güzel, birbirlerini seviyorlar" , "Ne güzel, karısına ne kadar nazik davranıyor," demek varken "hanımcı" diyerek zarif bir hareketi aşağılamak, çocuğuna bakarken destek alan kadın için "Ben çektim. O da çeksin.", "Ben yaptım. O da yapsın." diye düşünmekten farklı değil...
*** Bundan birkaç ay evvel, "hanımcı" diye bir tabir öğrendim. Bir erkek karısının hislerini dikkate aldığında kullanılan bu tabir, erkeğin karısına insan gibi davranmasıyla alay eden, kadına kaba davranmayı, kadının hislerini hiçe saymayı normalize eden, ve karısına nazik muamele eden erkeğin bu muamelesiyle açıktan alay etmesi suretiyle, herkesi de toplum baskısıyla kadına kötü muameleye yönelten bir söz.
Ama siz bir kadınsanız, ne kadar eğitimli, meşgul, vakti değerli, iş sahibi, para kazanan bir kadın olursanız olun, sizin değil iş yapmadan, "ev işi" yapmadan oturmanız dahi oradaki diğer kadınların kanına dokunacaktır.
Kadınların, eşiti bir kadının bir bardağını yıkamak istemezken birdenbire kocalarının bütün işlerini seve seve, bunlar onları adeta mutlu eden bir şeymiş gibi yapmaya can atan kimselere dönüşmelerinin arkasındaki psikolojik mekanizmayı sorgulamak, herkesin olağan gördüğü bir tuhaflığı göstermek istiyorum.
Erkek, senede en fazla bir ya da iki kez yemek yapıyordu; ama ikisi de, bu evde yemekleri sadece kadının pişirmediğine, erkeğin de yemek işinde kadın kadar rol aldığına içtenlikle inanıyorlardı.
Yalnızca kadınların hizmet ettiği bir ortamda, erkeklerin ya da yaşça benden büyük kadınların boşalan bardaklarını doldurmaya yardım etsem de etmesem de kendimi aynı şekilde, çok şiddetli bir içsel baskı altında hissediyorum.
Çeşit çeşit yemeklerle donatılmış bir sofraya oturduğumuzda o sofrada bir kadını, kadınları kurban ettiğimizi, yediğimiz şeyin kadının hayatının kendisi olduğunu düşünüyorum.