Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Mehmet Hilmi Bektas

Mehmet Hilmi Bektas
@Kehayov
Edebiyat, Türk ve Roma tarihi, felsefe, psikoloji, sosyoloji ve sinema alanında kendimi geliştirmeyi arzuluyorum. Bu alanlarda vermek istediğiniz bilgi veya kaynak varsa seve seve kabul edebilirim.
Hayaller, hayatlar
Osmanlı hanedanının hükmettiği imparatorluk gelenekçiydi, Balkanlar'dan İran sınırına kadar uzanıyordu, ama nüfusunun ve zen­ginliğinin büyük bölümü coğrafi olarak Avrupa'daki topraklardaydı: Tuna Nehri boyunca uzanan verimli ovalar, yukarı Bulgaristan'ın bağları, güney Arnavutluk'un odakları, Bosna ve Makedonya'nın gümüş madenleri... Türkiye Cumhuriyeti ise tersine, modernlik ve ilerlemeye önem veren bir ülkeydi, ama Birinci Dünya Savaşı'nın yol açtığı sınır değişiklikleri nede­niyle ülke topraklarının yüzde 97'si artık Anadolu'daydı ve Anadolu bir zamanlar sultanın hükmettiği bölgelerin çoğundan çok daha yoksul, çok daha az nüfusluydu. Türklerin zihniyet dünyası Batı'ya çevrilmiş olabilirdi, ama Türk devleti coğrafi olarak doğuya kaymıştı.
Sayfa 180 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Reklam
TEK MİLLET
Cumhuriyet, beş yüz yıllık İslam imparatorluğu sapmasına rağmen, Türklerin bir ulus olarak doğal evriminin devamı olarak görülüyordu. Yeni öğrenci kuşaklarına okul kitap­larında uzak atalarının Türki kabile üyeleri olduğu öğretildi; oysa dedeleri belki de Selaniki bir manav ya da Saraybosnalı bir terziydi. 1930'larda Türk dilbilimcilerinin rağbet ettiği "güneş-dil teorisi"ne göre, bütün diller bir Türki kaynak dilden türemişti. Hititlerden itibaren günümüz Türkiye topraklarının kadim sakinleri de aileye dahil edilerek doğudan gelen daha da eski proto-Türkik istilacıların torunlarına dönüştürüldü.
Sayfa 178 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Ezan
İstanbul'a damgasını vuran insan seslerinden biri olan ezan da değiştirildi. Müezzinin her caminin, her mahalle mescidinin minaresinden duyulan güçlü sesiyle ezanı güzel ve makamına göre okuması istenirdi; mahalleli kötü okuyanların dedikodusunu yapar, hatta şikayet ederdi. Çok sonraları, minarelere mikrofon yerleştirilmesiyle müezzinin işi kolaylaştı. Ezana artık mikrofonun çıtırtıları eşlik ediyordu; bu çıtırtılar, inancı dile getiren ezginin üzerinde uçuşan bir başka ezgiydi adeta. Ne var ki, 1932'nin başlarından itibaren Türkiye'deki müezzinler ezana artık "Allahü ekber" diye başlamıyorlardı. Hükümet ezanda 'Tanrı uludur" sözlerinin kullanılmasını zorunlu kılmıştı; Arapça ezan okumak suç sayılacaktı. Bu değişiklik, hükümetin kamusal alanı Türkçedeki Arapça ve Farsça unsurlar dahil eski imparatorluğun etkilerinden temizlemek üze­re hazırladığı geniş reform programının bir parçasıydı. "Tanrı"ya, yani Orta Asya göçebe kavimlerinin gök tanrısına yapılan gönderme ve kalın ünlüler, milliyetçi bir fanteziye de gönderme yapar; milliyetçi bakışa göre, modern Türklerin gerçek ataları bir zamanlar Avrasya steplerinde at koşturan göçebelerdi. İlk kez Türkçe ezan okunacağı haberini duyan muazzam bir kalabalık Sultan Ahmed Camii'nde toplandı. Şehrin diğer beş büyük camii Sultanahmet'i izledi. Kadir gecesi, Ayasofya Camii'nin içine ve çevresine ilk kez Türkçe okunacak olan duaları dinlemek üzere yetmiş bin kişi hınca hınç yığılmıştı. Yeni cumhuriyette Allah bile millileştirilmişti, Türkçe ezan okumayı öğrenen müezzinler sabahtan akşama kadar bunu ilan ediyordu.
Sayfa 177 - Kitap YayıneviKitabı okuyor

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Dini Değerlerin Devletleştirilmesi
Eski Osmanlı payitahtının muhaliflerin merkezi olacağı beklene­bilirdi; zira sokakları Kemalistlerin sabırsızca bir kenara atmakta olduğu İslami değerlerin kadim yadigarlarıyla doluydu. İstanbul, imparatorluk karşıtı, ileriye dönük, geçmişi yadsıyan bir devrimin merkezi değildi. İstanbul sakinleri bir de baktılar ki kimse onlardan korkmuyor, tersine onları görmezden geliyordu. Halifeliğin lağvedilişiyle, İstanbul merkezli imam ve ulema ağı dağılmaya başladı. Mesleğinde ilerlemek isteyenler, vekaletlerdeki hırslı memurlar gibi Ankara'ya taşınıp orada dini ortadan kaldırmayıp denetim altına almakla görevli ve gitgide büyüyen devlet mekanizmasının birer dişlisi oldular. 1924 ve 1925'te, şeyhülislamlık lağvedildi, şeriyye mahkemeleri kaldırıldı; sarık ve cüppe gibi dini kisve giyme hakkı sadece hükümetçe atanan birkaç memura tanındı. Onlar bile 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda bayrağı selamlamak için sarıklarını çıkarmak zorundaydılar, oysa eskiden müminler böyle bir davranışı akılla­rına bile getirmezlerdi.
Sayfa 175 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Baskıcı Hükümet
Hükümet arada sırada başka siyasi partilerin kurulmasına izin veri­yordu, ancak, 1950'ye kadar birçok partinin katılacağı doğrudan seçimler yapılamadı. Siyasete getirilen açıklık genellikle ters tepkiyi doğuruyordu. 1925 baharında, kamu düzenini sağlamak amacıyla çıkarılan yeni kanun­la (Takrir-i Sükun Kanunu) bazı gazeteler ve muhalif örgütler kapatıldı. Küçük çaplı gösteriler ya da bireysel muhalefet eylemleri bazen abartılarak "isyan" addediliyor, bu da hükümet baskısının ağırlaşmasına yol açıyordu. Milliyetçiterin 1934'te Edirne'de ve Trakya'nın diğer kesimlerinde Yahudi cemaatine karşı giriştiği şiddet eylemleri gibi devlete tehdit oluşturmayan olaylar, basında ve resmi söylemde geçiştirilmişti. Yine de, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Kemalist hükümete karşı hemen hemen tamamı Doğu Anadolu'da olmak üzere on sekiz isyan çıktı. Bölgedeki Kürtlerin halifeliğin kaldırılmasından geleneksel feodal ayrıcalıkların yitirilmesine kadar bir dizi şikayetin ifadesi olarak kalkıştıkları isyanlar acımasızca bastınldı. Askeri uçaklar köyleri bombaladı; bu uçaklardan birini, cumhurreisinin manevi kızı, ilk kadın pilot Sabiha Gökçen kullanıyordu. Kürtlerin yoğun olduğu Dersim bölgesine 1937-1938'de yapılan hava saldırıları, çetelere karşı operas­yon adı altında sivillerin bombalanmasıyla Türklerin bir tür Guernica'sına dönüştü. İspanya'daki ünlü olaydan farkı ise bomba yağdıranlar ile onlardan korunmaya çalışanların aynı ülkenin vatandaşları oluşuydu.
Sayfa 175 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Reklam
Atatürk'ün Rakipleri
Kemalistler başka devrimciler gibi tarihlerini ellerinde silgiyle yazdı­lar. Zaferlerinin yavaş yavaş ortaya çıkan hikayesinde tek düşman tehditkar Rum ve Ermenilerin destek verdiği Müttefik Devletler'di. Kemalist devrimin bazı hoşnutsuzlar ve yobazların birkaç küçük vakası hariç, Anadolu'da doğal biçimde ve sorunsuz yeşerdiğine
Sayfa 174 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Kemalizm İdeolojisi
Mustafa Kemal bağımsızlık mücadelesi sırasında gazi unvanını taşı­mıştı; ancak, Kemalizm ideolojisi askeri değil, sivil ve siyasi temelde gelişti. Mustafa Kemal'in kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin, bayrağındaki altı okla temsil edilen altı dayanağı vardı: cumhuriyetçilik milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik ve inkılapçılık. Bu ilkelerin ilk beşi, 1908'den sonra Jön Türklerin ve savaşmaktan devlet inşasına geçişte Mustafa Kemal ve arka­daşlarının modeli olan Fransız cumhuriyet geleneğinden alınmıştı. Türkiye dünyanın ilk İslam cumhuriyeti olmadı (bu paye Rus iç savaşı sırasında Bolşeviklerin eline geçmeden önce kısa bir süre bağımsız olan Azerbaycan'a aitti). Ama ülke, tam demokratik olmasa bile temsili bir hükümet kurmaya azmetmişti. İki savaş arasındaki yılların büyük bölümünde CHP tek yasal par­tiydi; seçmenler ancak Mustafa Kemal'in ölümünden on yılı aşkın bir zaman sonra milletvekilierini doğrudan seçebildiler. Hükümete dine ayrıcalıklı rol vermeme, halkın gerçek çıkarlarını kollama ve devlet kurumlarını ekonomik ve sosyal gelişimin motoru haline getirme görevi de verilmişti.
Sayfa 172 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Halifeliğin Kaldırılışı
Yeni saat ve takvim uzun bir dizi reformun sadece bir parçasıydı. Halifelik kurumu Sultan VI. Mehmed'in 1922'de ülkeden kaçışından sonra bile varlığını sürdürmüştü, ama Büyük Millet Meclisi Mart 1924'te halifeliği lağvetti. Halife Abdülmecid ve ailesinden birkaç kişi bir banliyö istasyonuna götürüldü, Orient Express'e bindirilip İsviçre'ye gönderildi. Abdülmecid'in İslam'ın evrensel lideri olma iddiası birdenbire sona ermiş, İstanbul da İslam dünyasının merkezi olmaktan çıkmıştı. Cumhuriyet hükümeti Abdülmecid'in soyundan gelenlerin Türkiye'ye dönmesini yasaklayarak aldığı kararın altını bir kere daha çizdi; bu yasak yarım yüz yıl boyunca son halifenin soyundan gelen erkeklere uygulandı.
Sayfa 170 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Nostalji
Türkler hislerini tarif etmenin bir yolunu daha buldular. Artık tam da geri döndürülemez bir maziye kaymakta olan hayali bir dünyayı hatırlamak, hatta o anın hasretini çekmek mümkündü. Bu anılarda, en azından sultanlar, haremler ve paşalarla beylerin rahat hayatını düşünmek anlamın­da Osmanlı'ya ait pek az şey vardı. Daha ziyade, Boğaziçi'nde esen bir yel, eski bir ahşap ev, yaylalarda otlayan koyunlar ya da dönülmesine imkan olmayan uzak bir şehir hasretle yad ediliyordu. Türkler Fransızcadan bir kelime daha ödünç aldılar ve bu hasrete nostalji (nostalgie) dediler. Değişen bir şehrin sesleri üç müzisyenin dilinde ete kemiğe büründü.
Sayfa 154 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
İstanbul'da Sinema
Sinema yüzyıl başından beri vardıysa da, iki sahne arasını dol­durmak üzere oynatılan tek makaralık kısa filmlerden ibaretti. Aktörler kos­tüm değiştirirken bu filmler eğreti bir perdeye yansıtılırdı. İstanbul'da zaten yerli bir tiyatro formu vardı: Karagöz. Özellikle Ramazanda ve bayramlarda revaç gören Karagöz, Birinci Dünya Savaşı'na kadar sinemaya direndi. Savaş sırasında, Britanya Elçiliğinin karşısında, kahvehaneden bozma ilk sinema salonu açıldı. Şehrin seçkin siyaset adamları, işadamları ve yüksek rütbeli subaylar genellikle Alman ya da Fransız prodüksiyonları olan bu filmlerin ilk gösterimlerine koşuyordu. Önceleri kadın ve erkekleri bir paravan ayırıyorsa da, işgal yıllarında seyirciler karışık oturmaya başladı. Salonlar hala kahveha­nelerden bozmaydı, film gösterilmediği zaman bara dönüştüklerinden pek de kibarlara göre değildi. Galli Muhafız Billy Fox-Pitt, "Bir sürü 'sinema' salonu var, ama hepsi böcek kaynıyor!" diye yazmıştı. Neyse ki çok geçmeden gerçek sinema salonları çoğaldı. İstanbullular Fox, Paramount ve MGM gibi şirketlerin dağıtıma soktuğu Fransız, İtalyan ve Amerikan filmlerini artık süslü püslü, davetkar salonlarda seyredebi­liyorlardı. Melek, Elhamra, Majik, Artistik sinemalarının yanı sıra 1400 seyirci alan muazzam Glorya Kasım 1930'da açılmıştı. O yıllarda şehirde hem sessiz hem de sesli film gösteren 39 sinema vardı.
Sayfa 150 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Reklam
harem
Eskiden, İstanbul'un şehvet alemiyle ilgilenenler hiç anlamadıkları bir kuruma, Harem'e odaklanırlardı. Sultanın haremi son derece mahrem, son derece örgütlü bir dünyaydı. Hadımağalarca korunan hareme ancak birkaç erkek, daha doğrusu sadece sultan ve yetişkin olmayan oğulları girebiliyordu. Yabancıların hayalinde sere serpe uzanmış odalıklar, afyon çubukları, şeffaf giysilerden oluşan bir dünya vardı, ama aslında harem herhangi bir Avrupalı hükümdarın sarayı kadar siyasi entrikalarla dolu ve çoğu zaman bir o kadar sıkıcıydı. Hareme azgın bir cinsellik değil, entrikalar, aile anlaşmazlıkları ve kuşaklar arasındaki iktidar mücadeleleri egemendi. Arapça "haram" yani yasak kelimesinden türeyen "harem" başlangıçta mimari anlamda kullanılır, msafirlerin ağırlandığı, toplantıların yapıldığı selamlık bölümüne karşılık aileye özel bölümü tanımlardı. Harem kelimesinin yerine basitçe "hanehal­kı" kelimesini koyarsak, Osmanlı İstanbul'unda, hem sultan sarayında hem de yüksek rütbeli Müslüman devlet görevlilerinin daha dar haremlerinde cinsiyet, iktidar ve özel hayatın nasıl kesiştiğine dair daha doğru ve daha az müstehcen bir vizyona sahip olabiliriz. Birinci Dünya Savaşı sırasında önde gelen bir Osmanlı feministi Amerikalı bir gazeteciye, "O yanlış anlaşılan 'harem' kelimesini silip atın ... böylece kelimenin yanlış anlamının hayatları­mızı karartan çirkin havasını dağıtın" diye adeta yalvarmıştı.
Sayfa 140 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Günlük Yemek
Yemeklerin kolayca pişirilebilmesi ve büyük gruplara kolayca sunul­ması gerekiyordu, dolayısıyla basitlik önemliydi. İyi yemek pişirmek, yeni bir şey sunmak değil, bildik bir yemeği çok iyi yapmak demekti. İşte bu yüzden İstanbul'daki gündelik hayatı anlatanlar iyi bir fırını, özellikle lez­zetli yoğurt satanları ya da gölgeli bir çayhaneyi hasretle anarlar. Bugün İstanbul'u gezerken sabah bir simit yiyip, öğle yemeğinde ızgara balık ya da yahniyle yetinip, akşamüstü de koyu telveli bir kahveyi höpürdetenler eski İstanbulluların yeme içme alışkanlıklarından -ve aldıkları kaloriden- fazla uzak düşmezler. Klasik Osmanlı yemekleri geç de olsa şehrin restoranlarına girmiştir, ama hünkarbeğendi ya da imambayıldı gibi pek hoş isimli yemek­ler şehrin eski sakinlerinin büyük çoğunluğu tarafından bilinmezdi.
Sayfa 139 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
İstanbul'da Yemek
Yemek içmek herkesin gözü önünde olmak demekti. 20. yüzyıla kadar evde yemek pişirenler pek azdı. Evde yemek yemek konaklarında mutfağı, alışverişe gidecek uşağı ve yemeği pişirecek aşçısı olanların ayrı­calığıydı. Sıradan İstanbullular yemeklerini sokak satıcılarından, mahalle fırınından, cami imaretlerinden, bir meslek grubunun (askerler ya da saray çalışanları gibi) toplu yemek yediği yerlerden, her yerde hazır ve nazır esnaf lokantalarından temin ederdi. İnsanlar geleneksel olarak nerede çalışıyorlarsa orada yemek yerler ve yaşadıkları yerlerde çalışırlar, çevrele­rinde de aynı dinin ya da aynı mesleğin mensupları olurdu; zira bakırcılar, cam üfleyenler, ahşap oymacılar gibi uzmanlaşmış atölyeler şehrin belirli kesimlerinde yoğunlaşmıştı. Örneğin 1880'lerde İstanbul nüfusunun dört­te birinden biraz fazlasının -esas olarak bekarların- evi yoktu, külliyelerde, dükkaniarda ya da bekar odalarında yaşarlardı. Şehir halkının yaklaşık yüz­de sekizinin sabit ikametgahı bulunmuyordu.
Sayfa 138 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
Demografik Değişim
İstanbul'un gayrimüslim azınlıklarının nüfusa oranı 1900'de tah­minen yüzde 56'dan I920'lerin sonunda yüzde 35'e düştü. Diğer şehirlerde bu yüzde daha da çarpıcı bir azalma gösterdi. İzmir gayrimüslimlerinin şehir nüfusuna oranı yüzde 62'den yüzde 14'e geriledi. Soykırım dolayı­sıyla Ermeni nüfusu hemen hemen ortadan kalkan Erzurum'da bu oran yüzde 32'den yüzde 0,1'e düştü. İstanbul'un eskiden azınlıkların oturduğu mahallelerinde hemen her şey değişmişti. Alelacele şehri terk etmek ve bir gemiye ya da trene binmeden önce ceplerine biraz olsun nakit para koymak isteyen Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler ev eşyalarını ikinci el eşya pazarlarına yığdılar. O kadar çok mobilya, kap kacak, fonograf ve piyano dökülmüştü ki pazara, ucuz kullanılmış mal bolluğu karşısında yeni ev eşyası ithalatçıları iş yapamaz hale geldiler.
Sayfa 127 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
"Adalet Tecelli Ediyor"
Hem Türk hükümeti hem de birçok sıradan Müslüman için bütün bun­lar kozmik adaletin yerine gelişiydi. Onların bakış açısına göre, Osmanlıların kanını kurutan, Müttefik işgalcilerle işbirliğine giren ve Kurtuluş Savaşı'na sırtlarını dönen gözü doymaz azınlıkların yerini nihayet gerçek vatanseverler alacaktı. Azınlıklar için muhtemelen dünyanın sonu gelmiş gibiydi. Ernest Hemingway Toronto Daily Star'daki yazısında, "Pera'nın tozlu, çöplü yoku­şunda durup ... gemi direkleriyle ormana dönmüş, bacaların dumanıyla kir­lenmiş limana baktım. ... Her şey gerçekdışı ve olanaksız göründü gözüme," diyordu. "Ama evlerini, işlerini, dostlarını ve yaşamlarını terk ettikleri bu şehre bakan insanlar için her şey son derece gerçekti."
Sayfa 125 - Kitap YayıneviKitabı okuyor
81 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.