Sinema yüzyıl başından beri vardıysa da, iki sahne arasını doldurmak üzere oynatılan tek makaralık kısa filmlerden ibaretti. Aktörler kostüm değiştirirken bu filmler eğreti bir perdeye yansıtılırdı. İstanbul'da zaten yerli bir tiyatro formu vardı: Karagöz. Özellikle Ramazanda ve bayramlarda revaç gören Karagöz, Birinci Dünya Savaşı'na kadar sinemaya direndi. Savaş sırasında, Britanya Elçiliğinin karşısında, kahvehaneden bozma ilk sinema salonu açıldı. Şehrin seçkin siyaset adamları, işadamları ve yüksek rütbeli subaylar genellikle Alman ya da Fransız prodüksiyonları olan bu filmlerin ilk gösterimlerine koşuyordu. Önceleri kadın ve erkekleri bir paravan ayırıyorsa da, işgal yıllarında seyirciler karışık oturmaya başladı. Salonlar hala kahvehanelerden bozmaydı, film gösterilmediği zaman bara dönüştüklerinden pek de kibarlara göre değildi. Galli Muhafız Billy Fox-Pitt, "Bir sürü 'sinema' salonu var, ama hepsi böcek kaynıyor!" diye yazmıştı.
Neyse ki çok geçmeden gerçek sinema salonları çoğaldı. İstanbullular Fox, Paramount ve MGM gibi şirketlerin dağıtıma soktuğu Fransız, İtalyan ve Amerikan filmlerini artık süslü püslü, davetkar salonlarda seyredebiliyorlardı. Melek, Elhamra, Majik, Artistik sinemalarının yanı sıra 1400 seyirci alan muazzam Glorya Kasım 1930'da açılmıştı. O yıllarda şehirde hem sessiz hem de sesli film gösteren 39 sinema vardı.