Birinci evre şok ve inkardır. Ardından gözden geçirme, vazgeçme ve yoğun duygu evresi gelir. Son olarak da düzenleme, tamamlama ve kabullenme evresi yaşanır.
Yas, açık ama iyileşen bir yara ya da kapalı ama irinli haliyle dünyanızda var olur. Dobra dobra ya da sinsidir, ya siz onu beklersiniz ya da o sizin karşınıza çıkar.
ELISABETH KUBLER-ROSS
« Bir zat, canı bir şeyler istediğinde “sanki yedim” deyip ona harcayacağı parayı bir yerde biriktirmiş ve daha sonra onunla Sanki Yedim Camii yaptırmış. Siz de aklınıza bir şey geldiği zaman kuvve-i zâikanızı tatmin adına birkaç lokma veya birkaç damla ile iktifa edebilirsiniz. Çünkü yutaktan içeriye gittikten sonra baklava ve böreğin, soğan ve sarımsaktan bir farkı yoktur. Demek ki baklava ve börek, ağzımız, dilimiz ve dudağımız arasında kuvve-i zâikamızda hasıl ettiği lezzet yönüyle biraz bizi aldatıyor. Öyle ise biz de onu aldatalım. Ağzımıza aldığımız küçük bir miktarı evirelim, çevirelim ve “senin hissen budur” diyelim. »
“Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Ona gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle ona tavır alsın. Bu sonuncusu
imanın en zayıf mertebesidir.”
“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş
yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi?”
“İmam Nevevî, günde ölmeyecek kadar bir iki lokma
bir şey aldığını söylüyor. Bunun gerekçesi olarak da şöyle diyor: “Cenâb-ı Hak bana: ‘Ben seni yiyecekleri alacak, öğütecek ve götürüp ıtrahat mahalline atacak bir varlık olasın diye mi yarattım?’ demez mi?” Diğer yandan, çok yemenin uykusunu getireceğini, oysaki yazılıp çizilecek çok şey olduğunu söylüyor ve
dine hizmeti bunun önünde görüyor. Fakat hemen ifade edelim ki, onun bu ifadeleri çok âli mülâhazalar olsa da sübjektif bir içtihat olduğundan herkesin mutlaka uygulaması ve uyması gereken mülâhazalar değildir. Ancak o ve onun gibi büyük zatların hâlis niyetlerine bakıldığında onları o noktada mazur görmek gerekir. Ayrıca onlar zaten bu hâllerini kimseye telkin etmemiş ve başkalarına, “mutlaka siz de böyle yaşamalısınız” dememişlerdir.”
“ Sular gibi çağlasan,
Eyyub gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan,
Ahvalini sormaz mı?”
“ Derde dermandır bu dert,
Dertliyi sever Samed,
Derde dermandır Ehad,
Fazlı seni bulmaz mı?”
“Evet, yüzlerce âşık, karşılığında hiçbir şey beklemeden aşka tutulmuşlardır. Hatta çok defa o âşıklar, aşkıyla yanıp tutuştukları mâşuklarıyla bir araya gelince hayal kırıklığına uğramışlardır. Meselâ Fuzûlî’nin tasavvufî espri içinde yazılmış Leyla-Mecnun hikâyesine bakacak olursanız, Mecnun’un Leyla ile kavuşması, onunla Leyla arasına giren bir engel olmuştur. Çünkü onun mâşuku olan Leyla, hayalindeki Leyla’dır. O, kendi duygularında ve kendi his âleminin enginliğinde, kendisine gönlünü verdiği ve dilbeste olduğu Leyla’nın Mecnun’udur. Bir beyitte bu husus ne güzel ifade edilir: “Leyla’nındır Mecnun, Şirin’in Ferhat / Ben dîvâne aşkın bînevasiyem.” Evet, dîvâne aşkın bînevâsı olmak lâzım. Sadece O’nun için inlemek ve bunu da başkalarının göstereceği alâkaya bağlamamak gerekir.”
“ Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi? Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında Canlar feda eylesen Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?”
(Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi)