Gelişigüzelliğe, karışıklığa, maceralara, belirsizliklere, kendini keşfetmeye, travmatik olaylar duymaya ihtiyacımız var. Tüm bu şeyler hayatı yaşanmaya değer kılar.
Bunun en bilinen örneği yazar tıkanmasıdır. Bir yazarın üç ayda bir kitabı bitirmesi gerektiğini hayal edin. Amaç nettir, sorun yazarın bunu takıntı haline getirmeyi bırakamamasıdır. Her gün, 'Bu kitabı yazmalıyım' diyerek uyanır. Ama her gününü gazete okuyup evi temizleyerek geçirir. Her akşam kendini öfkeli hisseder ve ertesi gün çalışmaya başlayacağına söz verir.
Günler, haftalar aylar geçer ve tek bir kelime bile yazamamıştır. Aslında tüm yapması gereken oturup ilk kelimesini yazmak ve ikigaisini ifade ederek projeyle akmaktır.
Kimse bizim çektiğimiz acıları gerçekten bilmiyor. Kim bilir büyüdüğümüzde, şimdiki acılarımızı ve üzüntülerimizi saçma bir şeymiş diye hatırlayacağız belki. Ama yetişkin olana kadarki bu uzun ve can sıkıcı dönemi nasıl yaşamamız gerekiyor? Bunu kimse söylemiyor. Kendi haline bırakmaktan başka çaresi olmayan kızamık gibi bir hastalık mı acaba? Ama kızamıktan ölenler, gözlerini kaybedenler de var. Kendi haline bırakmak olmaz. Her gün böyle bunalıma girip, sinirlensek de aynı zamanda yoldan çıkarak geri dönüşü olmayan bir hâle gelen ve hayatları mahvolup altüst olan insanlar, intihar edenler var. İntihar ettikten sonra insanlar "Ah biraz daha yaşasaydı anlayacaktı ama. Biraz daha büyüdüğünde kendiliğinden anlayacaktı." diye üzüntülerini dile getirseler de olmuyor, keşke mevzubahis kişinin yerine kendilerini koysalar. O zaman o kadar acıya rağmen yine de sonuna kadar direnip, insanlardan bir şeyler duymak için kulak kabarttığında sadece kesin uçları olmayan doğrucu öğütler ve yatıştırıcı sözlerin tekrarıyla karşılaşmanın, biz gençleri ne kadar utanç içinde yolun yarısında terk edilmiş gibi hissettirdiğini görebilirler.
Kendimin bile şaşıracağı kadar melankolik ve kasvetli resimler ortaya çıkarmıştım. Fakat bu, kalbimin en derinliklerinde saklamaya çalıştığım şeylerin suretiydi.