Ben de bu dünyaya başka herkesin geldiği aynı yolla geldim: Annemin vajinası. Bu bağlamda, ben de başka herkes gibiyim. Ama başka açılardan, ben biriciğim, eşsizim. Fiziki olarak geldim ama hâlâ geride oyalanan bir parçam kaldı. İnişim tam olmadı, eksik kaldı. Bu eksiklik, bu açıklık yaşamımdaki gaddarca olaylar, tarifi zor felaketler, atalarımın maruz kaldığı kültürel kıyım, sürgünün psikolojik katliamı ve yaşamıma damgasını vuran soyut evsizlik yüzünden giderek büyüdü. Ama endişelenme, ben sabah güneş gibi doğmak ve yaşama büyük ve tutarlı bir evet diyebilmek ayrıcalığına kavuşmak için çok sayıdaki zihnini eşleştirmeye çalışan sıradışı bir dâhiyim.
"Ben her ulusun sınırlarının hemen ötesindeki aidiyet olmayan topraklardan geliyorum," diye küstahça belirttim kendi gerçeğimi. "Sizin yurdunuz benim dış sınırım," dedim.
Yirmi birinci yüzyılın bireyleri olan bizler, yani sözde modernler, derin ve uzun bir anlamsızlığın doruğundaydık. Kimsenin gözünün yaşına bakılmayacaktı. Her yerde savaş olacaktı, düzensiz, amansız bir savaş.
Kimseden bir şey istemedim, kimseye tahakküm etmedim, ama insanlar bana tahakküm etmek ya da benim onların yönünde bir adım atmamı istediklerinde elimde olan her tür soylu ve soysuz silah ile kendimi savundum. Hep yalnızca yaşamla barışık olmak istedim
Yaşam hakkında soğukkanlı olmak kolay, diye düşündüm, ama yolunu yitirmiş bir hacı gibi, bir sürgün gibi yaşamla ölüm, hatırlamanın sürekliliği ve unutma arasında gidip gelmek, ne orada ne burada olmak o kadar kolay değildir.