on üç öykü ve dört masaldan oluşan kitapta, kırık dökük insan manzaraları var. sesini duyuramayan köylüler, sömürülen emekçiler, mahalle baskısı, sefalet, çürümüşlük... bütün bunları gözlemleyen, yaşanılanlara içerleyip kalemine sarılan yazar, kendisini eleştirenlere şöyle sesleniyor, 'bahtiyar köpek' isimli öyküsünde: "Hele cümle âlem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!" sabahattin ali acıya tanıktır ve eserlerini bu tanıklığıyla yazar. onun için, en hazin örneğiyle: rıfat ılgaz'ın işkence gördüğü sorguyu anlatabilmenin tek yoludur öyküleştirmek...
kitaba ismini veren masal: 'sırça köşk'te sembolik olarak anlattıkları, o dönem birilerini rahatsız ediyor. masalda kendilerinden bahsedildiğini anlayıp, telaşla yasaklatıyorlar kitabı. sabahattin ali kara listeye alınıyor... insan düşünüyor; 'sırça köşk' sıradan bir masal olsa tüm bunlar yaşanır mıydı? ya da sabahattin ali, ucu kimseye dokunmayan tatlı masallar anlatmak yerine, başına gelecekleri göze alarak 'sırça köşk'tekilere kalemiyle meydan okur muydu?