Biliyordu da bir yandan, biliyordu ki ben artık yetişkin masalı dinlemek istiyordum. Bunu da biliyordu, ama ne yapsın ki bana anlatacağı, beni inandıracağı yetişkin masalı da yoktu.
Demirin suyla imtihanı... Su mu kazandı yoksa demir mi? İkisi de kaybetti. Canlıydılar. Soluk aldıklarını düşlüyordu, ruhları gitti. Önce biri, sonra öbürü. Artık ne su eski su ne de demir o eski demir.
Ne çok kimsesizleri anlattım bugüne kadar sana hatırla. Yalnız değilsin. Dünya böyle bir dünya işte. Sonunda herkes yalnız. Ha erken ha geç, ne fark eder. Hadi kalk! Yollara düşelim.
"Ev dediğin zemberek devesi. Ne koysan kaldırır." Ne koysan kaldırır. Ne koysan! Hayallerini, düşlerini... Yaşanmış, yaşanmamış ne varsa... Anılarını, üzüntülerini, gözyaşlarını, sevdalarını, terk edilmişliklerini... Zemberek devesi. Ev dediğin..
Özellikle Güneydoğu'da yaşanan olaylar beni hep şu düşünceye götürmüştür: Otuz yıllık yakın dönem, en az bunun birkaç katını içeren geçmiş zamanda olup bitenler neden edebiyatımızın yeterince konusu olamadı, kendi romanını öyküsünü çıkaramadı bir türlü!?
Tek tek örnekler vererek geçmek istemem. Gene de şimdilerde okuduğum Haydar Karataş'ın On İki Dağın Sırrı, geçmişte dikkatle izlediğim Suzan Samancı'nın tüm yazdıkları veya Mehmed Uzun'un daha ötelere giderek yörenin "bellek-tarih"ine katkı niteliğindeki romanları; Yavuz Ekinci, Murat Özyaşar, Vecdi Erbay, Muharrem Erbey'in yazdıkları...Ötede Hasan Özkılıç ile Mehmet Taşdemir'in, Aytekin Yılmaz'ın dile getirdikleri...Edebiyatta yurt coğrafyasına yeni bakışlar / yeni yaklaşımları içerdiği gibi, yurt gerçeklerine daha derinlikli/sorgulayıcı tanıklıkları da yansıtmaktadır.