Arjantinlilerin, dolar, Fransız frangı ve hatta yen kurunu biliyor olmaları, Yoshie'ye çok ilginç geliyordu. Paraları zihnimizde rahatlıkla birbirine çevirmemize, faiz oranlarını izlememize, boyuna paradan söz edişimize şaşırıyordu, Gençler bile, devalüasyonu dikkate alarak, tasarruflarını dolara yatırıyorlardı. Ekonomi bilgisinin böylesine yaygın olmasını hayranlıkla karşılıyordu. Bu şaşkınlığı kısa sürdü. İlk ekonomik kriz olduğunda, daha önce anlayamadığı her şeyi apaçık kavradı. Burada sürekli paradan konuşuyorduk, çünkü paramız yoktu. Olduğunda, hemen çalıyorlardı. Bir seferinde, şimdi ifade edemeyeceğim bir yığın ayrıntılı bilgi vererek, alacaklılarımızın, demokrasiyi desteklediklerinden dem vurmakla birlikte, diktatörlüğün yarattığı devasa borcun geri ödenme koşullarını iyileştirmeye bir türlü yanaşmadıklarını anlattı bana. Ansızın bizim işlevimizi kavradım. Her cuntayla işi pişirip sözleşmeye bağlıyor, demokrasiyi kontrol etme bahanesiyle bir sonraki hükümete satış yapıyorlardı. Tam o noktada, faiz oranları yeniden yükselmeye başladı. Ülkenin borçlarını ödemesini sağlamak, borçların ödenemez olmasını sağlama almaktan çok daha az önemliydi. Her şey yeniden altüst olmaya başlayınca, şubesinin geleceği konusunda endişeye kapıldı Yoshie. Yeni kurulan bir işin, böylesi bir çöküntüyü kaldıramayacağını söylüyordu. Bir para biriminin o denli büyük bir değer kaybına uğramış olmasına inanamıyordu. Yenin başınaysa, bunun tam tersi geliyormuş. Fazla değer kazanması, Japonya'nın dış ticaretteki rekabetçiliğini azaltıyormuş.