“Kara gözleri ışıkta parlıyordu, kaşlarının hemen altında çukurca, çekik, duru gözlerdi bunlar… Pek bir güzelliği yoktu bu yüzün ama karşısındakine hem iyiliği, hem de ateşli, canlı, ihtiras gibi şeyleri hatırlatan bir hali vardı. İnsan bu yüze bakarken, işte öfkesi burnunda bir kadın ki, hem yanında oturan zavallı ihtiyarcığa şefkat ve iyilik göstermesini bilecek, hem de ateşli bir dişi ve ana olacak yaradılışta diye düşünürdü. Kocakarının hala çenesi durmuyordu. Oğlu ile gelini tarlada çalıştıkları için, sabahtan akşama kadar çocuklarla yalnız kala kala, aklınca gelinine anlatacak bir sürü şeyleri var sanırdı. Bu alabildiğine sürüp giden lakırdı sağanağını, sadece ocağın dumanları yüzünden vakit vakit tutan öksürük nöbetleri kesiyordu. Her vakit derim ya, erkek acıkınca, hele oğlum gibi gücü kuvveti de yerinde oldu mı, bir çanak eriştenin üzerine yumurtayı kırarsın, oldu bitti… İşte yemeğin alası. Ateşe doğru eğilen ananın eteklerine, boynuna sümüklerini çeke çeke, ağlayarak sarılan çocukların gürültüsünü bastırmak kaygısıyla, burada sesi bir perde daha yükselerek çatlaklaşıyor.”
Pearl S. Buck, Ana