Herkes birbirinin yaşamından habersiz, bir yol tutturmuş gidiyordu kimse kimsenin umurunda değildi; kimse böyle bir çaba içinde de değildi. Derin bir nefret duydum. “Hapse girmek istiyorum çünkü bu kalabalığı hiç sevmiyorum,” dedim içimden.
Bu koğuşta yemekler duayla yeniyordu; masanın üstüne yemekler konulduğunda herkes ayağa kalkıyor,
“Allah devletimize, milletimize güç versin,” türünden bir dua okuyor, sonra yemek başlıyordu. Bu duayı söylemek bir gün olsun içimden gelmedi.
Yaşam koşulları olumsuz yönde değiştiğinde insanın biyolojik ve moral sağlığının bozulduğunu, ama hayatta kalma dürtüsünün tüm zor koşullara katlanmayı, hatta neredeyse alışmayı sağladığını düşündük.
Bu koğuşta yemekler duayla yeniyordu; masanın üstüne yemekler konduğunda herkes ayağa kalkıyor, “Allah devletimize, milletimize güç versin,” türünden bir dua okunuyor, sonra yemek başlıyordu. Bu duayı söylemek bir gün olsun içimden gelmedi.
Reddedildi. Gerekçe aynıydı: “Dağı aşmak, emperyalizme karşı bir savaştır; burada ‘dağ’ bir simge olarak kullanılmakta, bilinmeyen güçlere karşı savaşmak anlamına gelmektedir," gibisinden iki sayfa dolusu yazmışlardı.
Ben karakteri sert görünüşünün içinde yumuşak, sevecen, duygusal biri olarak yorumluyordum, Yılmaz Ağabey ise aksine acımasız, uzlaşmasız, aksi biri olarak. “Doğa adamı böyle olur, bunu mutlaka böyle oyna," diye öğütlüyordu.