Anneme göre iyi bir insan olmak, Allah eğer varsa onun tarafından sevilmek ve cennete girmek için yeterliydi. Dolayısıyla Allah var mı yok mu sorusuna kafayı takmadan yaşayabilirdik.
Korkması gereken kişiler, asıl dindar görünüp kötü olan, hırsızlık yapan, yalan söyleyen, canlılara eziyet eden, başkalannın hakkını yiyen, zorbalığa özenen bencil insanlardı.
Eleştirel düşünmeye cesaret eden bireyler yetiştirme amacı yetkililerin dilinden düşmese de, bunun hayata geçirilmesi konusunda pek az kimsenin gerçekten bir çabası var.
Çocuka kendini kuşatan toplumsal dinsel kurallara ve kurumlara doğa kadar yabancıdır. Bu doğallık, bu kendiliğindenlik Allah'la ilgili tüm inanış ve duyguların kültür, tarih, gelenek ve kuşaklararası aktarıma bağlı olduğunun delilidir.
Avrupa, akılsallığının hilesiyle kendisini tarihselliğin mükemmel modeli mertebesine yükseltme cüretini kaybetmiştir, çünkü Avrupalı olmayan kültürler onunla bu performansı üstünden ilişki kurmaktan artık yorulmuşlardır. Öyleyse Avrupa’nın bir dolayım bulmasına, Türkiye’nin iyi örnek olarak Avrupa’nın yerine geçmesine pek şaşırmamak gerek. Sonuç olarak Türkiye’nin örnekselliği söylemi Avrupa medeniyetinin İslam medeniyetiyle ilişkisiyle önde gelirliğini koruma eğilimini gizlemektedir. Bu da içinde yaşadığımız çağda düşünceye yeni sömürgeciliğin bir fenomeni olarak verilir.
Akılsallıktan sorumluluğu ve sorumluluğun akılsallığını yozlaşmaya karşı çıkarak düşünmeyi sürdürebilir miyiz? Derrida için en büyük yozlaşma, sorumluluğu, ‘’hesaplama olarak bilmeye’’ indirgemekten doğar. Bundan kaçınmak için sorumluluk tecrübesinin mutlak bir biçimde aporetik olduğunu söyleyecektir: Açmazı açmaz yapan şey bir yandan acil bir yanıt verme talebi, öte yandan bu yanıtın kurala bağlı ve genel olmamasıdır. Yanıtın hakiki bir yanıt olması koşulu, ’’onun karar verilemez olanın yeni bir sınanması içinde meydana gelen kuralsız ve istemsiz bir karar olayına tekil bir biçimde bağlanabilmesidir.’’