"Şu kadınlar ne garip mahluklar. Duygusal durumları ne kadar çabuk değişebiliyor. Küçücük şeylerden nasıl da hemen etkileniveriyorlar. Bir anda dünyanın en mutsuz en kederli, en suçlu insanı iken, nasıl da kolayca gökyüzünün en üst katına çıkabiliyorlar. Sevgileri, tutkuları uğruna neleri göze alabiliyorlar. Onlar için yaşamın temel şartı SEVİLMEK. Aşk'la Tutku'yla sonsuza kadar SEVİLMEK ve asla VAZGEÇİLMEMEK. Her şeyi affedebilirler ama SEVİLMEME'yi ASLA."
"Köklü milletlerin, yine köklü alışkanlıkları; örfleri, adetleri, töreleri olur. Bizden olmayan birinin bizi anlamasını ve anlatmasını bekleyemeyiz. Bizler aile bağları güçlü, birbirlerine bağımlılık derecesinde düşkün, büyüklerine saygılı, küçüklerine sevgili bir milletiz. Biz çocuklarımızı 18 yaşına geldiğinde sokağa bırakamayız. Yaşlılarımıza evin başköşesinde yer verir ve onlara kendimiz bakarız. Özgürlük anlayışımız bile onlardan çok farklıdır. Birbirimizi hem çok sever, hem çok müdahale ederiz. Namus için cinayetler işleriz. Kol kırılır yen içinde kalır, kan tükürür, kızılcık şerbeti içtik deriz. Çabuk kızar, çabuk unutur, çabuk seviniriz. Onlar bizi anlamaz, anlayamazlar, onun içindir ki yurtdışında yaşayan Türkler, her tür bedensel sorunlarına oralarda çare bulurken, ruhsal sorunları için memlekete koşarlar."
"Onurlu, gururlu, sağlam ve cesur bir kadını oynarken, bir de baktım ki gerçekten öyle olmuşum. Geçmiş yıllara acıyorum şimdi. Meğer böyle yaşamak ne güzelmiş."
"Yüzü o kadar kederli ve hüzünlü ki, belki de buna keder bile denemez. Sanki çoktan ölmüş gibi. Hiç yaşam belirtisi kalmamış. Üstelik ne hasta olduğunun bilincinde ne de düzelme umudu var. İşte depresyon dediğimiz hastalık, bu kadar güçlü. "