Nazım'ın hayali, "Meşhur Adamlar Ansiklopedisi" yapmakmış. Ama, bizim bildiğimiz, anladığımız meşhurluk değilmiş düşündüğü, sıradan, herhangi bir ayırt edici özelliği olmayan adamların hayatlarıymış. Bu hayalin sonunda da, Piraye'ye adanmış, mısra mısra işlenmiş, hiçbir zaman eskimeyecek, etkisini yitirmeyecek bir başucu kitabı ortaya çıkmış. Trenin farklı kompartımanlarındaki farklı hayatlar. Zenginlerin yemekli vagonlarının yanı sıra üçüncü mevkide seyahat edenler. O kadar uzak, bir o kadar da bildik hayatlar. Hepsinin hikayesi farklı ama hepsi tanıdık. Bir kere okunup kaldırılacak bir kitap değil. Kütüphanenizde mutlaka olmalı ve belki de bugünü anlamak için tekrar tekrar okunmalı.
Dilini bilmediğinden değil. Böyle ikindiyin, böyle baharda Ne Rumcadır, ne Türkçe
toprakçadır toprağın konuştuğu dil. Fakat kederliydi Mihail, kederliydi ,toprağı dinleyip insanları ve dünyayı düşünmeyecek kadar...
Evimin içinde ayağının sesini duymak istiyorum,
istiyorum ki kapımı çalasın
sana kendi elimle açayım kapımı.
Fakat kunduralarını taşlıkta çıkar kuzum çamurluysalar,
terliklerin seni bekliyor zaten.
Sana kendi elimle yemek pişirmek istiyorum,
kendi elimle kurmak soframızı.
Yalnız,
bulaşığı yine eskisi gibi beraber yıkarız.
Seninle aynı kitapları okumak istiyorum,
(elbet yine anlatırsın bana anlamadığım yer olursa).
Kendi elimle yıkamak istiyorum çamaşırlarını
ve söküklerini dikmek.
...
Halbuki bu dünyada hiçbir şey yoktu
gerçekten ciddiyetle inanılmaya değer.
Kızmak, kıskanmak, inat etmek ve dövüşmek,
gülmek kahkahalarla ve ağlamak hıçkıra hıçkıra...
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,