“Sözü süz de söyle, gönlü bulandırmasın.
Sözü diz de söyle, kulağa inci diye takılsın.
Sözü yüze söyle, gıybet olup utandırmasın.”
Şems-i Tebrizi sözlerinden bu söz, konuşmanın ve söz söyleme sanatının inceliklerinden bahsediyor. Konuşmamızın berraklığından, saflığından, temizliğinden ve içeriğinin doluluğundan bahseden bu söz, aynı zamanda da gıybetin ve dedikodunun kötülüğüne de dem vuruyor.
"Öfkelisin sevgilim, hırçınsın, biliyorum bunları. Çünkü sen ince düşünen birisisin, değerlisin, hassassın. Hak ver onlara, herkes yönünü bulamıyor senin denizlerinde. Senin dalgalarını anlayamıyor onlar. Oysa sen onlara ne güzel geliyorsun. Dalgalarınla, denizlerinden getirdiğin parıltılarını, onların sahillerine saçıyorsun. Onlar bunun ne kadar değerli bir şey olduğunu fark edemiyorlar.
Onlar seni anlamıyorlar sevgilim. Onlar sendeki bu yüce ruhu göremiyorlar. Ondandır bu senin tahammülsüzlüğün. Ondandır bu incinmişliğin, ondandır bu hayal kırıklığın. Fakat sen en derin denizlerdeki hoyrat bir istiridyenin içindeki incisin. Ben buna bütün bir kalbimle inanıyorum. Ben senin değerli bir hazine olduğunu hissediyorum. Ben seni seviyorum, önemsiyorum.
Ben senin denizlerini aşacağım sevgilim, sana ulaşacağım. Fırtınalar çıkacak, bazen dalgalarla boğuşacağım, bazense onların keyfini çıkaracağım. Bütün bunları kimse bilmeyecek. Verdiğim mücadeleleri kimse görmeyecek. Fakat ben gemimi limana yanaştırmasını başaracağım. Yolculuğum tamamlandığında yanımda sen de olacaksın. Dahası biliyorum ki bu yolculuğun bir yerinde zaten sende benimle geliyor olmuş olacaksın."
- Jack Brighty's Love Crescent Moon
Bakkalda dağıtılır gibi memleketin dahilinde akademik kariyer hedefleyen alanında uzman veya uzman olamayan insanlar, ne yazıkki ''Profesör, doçent, dr.'' olabiliyorlar. Nasıl ki önceden üniversite mezununa toplumun seçkin, aydın insanı diye nitelendirirken önümüzdeki 50 yıl içinde ''Profesör, doçent, dr''
Her köşesi nakış nakış işlenmiş
bir mihraptır insanın içi ...
Kimisi nefret işler, kimisi inci ....
Sen! Ey yüreğim;
Sen en iyisi,
Kelâmullâh doku!
Harf harf,hece hece ...
Kıymetini bir sen bil,
Bir de mihrâbın içindeki ...!
Kimseyi incitmeyeyim dedikçe, inci taneleri gibi dökülüyorsunuz.
Bunu tecrübe edip artık dan dan konuşacağım dedikçe de, sözlerinizle insan yaralamaya teşebbüs ediyorsunuz.
En iyisi, gerekmedikçe gerekmeyin. İzleyin ya bir süre öylece. Birikin. Ölçün, biçin, çıkarın, toplayın ve en sonunda “nasıl davranmalıyım”bilinmezliğine verecek kadim bir değer bulacaksınız. Bulduğunuz bu değer öyle her eşitliği sağlamayacak, eğri duracak. Ama şöyle bir bakın, eşit olan bir şey var mı ki ? Sallanmayan, eğilip bükülmeyen ?
Lady Godiva’nın Hikayesi
11'inci yüzyılda İngiltere'nin Coventry şehrinin lordu olan Lady Godiva’nın eşi Leofric, kentin ekonomisini güçlendirmek için vergileri ağırlaştırdı. Kocası yüzünden halkın giderek yoksullaşmasına kayıtsız kalamayan Lady Godiva ise, ondan vergileri düşürmesini istedi. Lord Leofric buna şiddetle karşı çıktı. Godiva’nın ısrarı devam edince de, sokakta çırılçıplak dolaşması karşılığında vergileri düşüreceğini söyledi. Lady Godiva’nın muhafazakar olması ya da dönemin muhafazakar bir yapıya sahip olmasının etkisiyle Leofric, eşinin bu teklifi kabul edebileceğini hiç düşünmemişti. Hıristiyanlıkta çıplak gezmenin büyük günah olduğu, erkeklerin ise çıplak kadına bakınca cehenneme gideceğine dair yaygın görüş vardı. Lady Godiva ise beklenmeyeni yaptı; atın üstünde, uzun saçlarını açarak bütün şehri dolaştı. Bu esnada halk, Lady Godiva’nın kutsal amacına saygı duydukları için evlerine girip kapıları, pencereleri kapattı. Gizlice Lady Godiva'ya bakan tek kişi olan Tom ise kör oldu.