“Dickie neden metrolara, taksilere, kolalı gömleklere ve dokuz-beş iş hayatına dönmek istesin ki? Ya da hatta şoförlü bir arabaya, Florida ve Maine’e yaptıktan seyahatlere? Bunların hiçbiri eski giysiler içinde yelken yapmak, zamanını nasıl geçirdiğine dair kimseye hesap vermek zorunda olmamak, kendi evine ve her şeyini yapan iyi huylu bir hizmetçiye sahip olmak kadar eğlenceli değildi. Eğer isterse seyahate çıkacak paraya sahip olmak da cabası. Tom kalbini burkan bir haset ve kendine acıma duygusuyla Dickie’yi kıskandı.”
Mecbur olmadıkça Dennis’in odasına hiç girmiyordum. Kapının arkasından, yatağın altından, dolabın içinden Dennis karşıma çıkıverecek gibime geliyordu. En çok da dolap korkuturdu beni. Annem beni o odadan Denny’nin albümünü, ayakkabı kutusunda sakladığı resimlerini almaya yollarsa, odaya adım
attığım anda dolap kapısının ağır ağır açılacağını hayal etmeye başlardım. Yerimden kıpırdayamazdım tabii o anda. Ağabeyim solgun ve kanlar içinde dolaptan bana uzanırken ellerini pençe gibi kıvrılmış görürdüm. Çatlak ve boğuk çıkan sesiyle bana, “Sen olmalıydın, Gordon,” derdi. “Sen
olmalıydın.”
Koruluğun arkasındaki korkunç çukurdan nefret ediyorum.
Etrafındaki tarlalar, çalılar kan kırmızısına boyanmış.
Kırmızı damarlı kayalardan sessizce damlayan kanlar...
Sorduğunuz her soruya tek yanıt ‘ölüm’ diye her yerde yankılanıyor.