Eğitim kalitesinin düşmesi, odak süresinin çok çok azalması, insanların eskiye nazaran çok daha az merak etmesi, bilgi değil para ve başarı odaklı bir neslin yetişmesi. Kısacası insanların giderek tembelleşmesi ve artık bir değer üretmek, dünyaya kendilerinden bir şey katmak ve hatta düşünmek ihtiyacı duymamak gibi sorunlar aslında geleceğimizi tehdit eden başat unsurlar. Unutmayalım ki insanlık bugünkü konumuna düşünerek ve sonra harekete geçerek geldi. Bu döngü, beraberinden pek çok icadı getirdi ve en önemlisi nasıl yaşaması gerektiğini kavradı. Teknoloji de aynı şekilde bu iki temel sürecin bir ürünü olmasına rağmen bugünlerde bu sürecin devamı hususunda ciddi bir tehdit unsuru haline gelmiş durumda. Çünkü artık teknoloji insanların düşünmesine, beynini harekete geçirmesine büyük ölçüde ket vuruyor. Düşünmemek ise insanlığın başına dijital demanstan bile daha büyük sorunlar açabilir.
"Sorunu günahkarlık açısından ele alınca, günahkarlık ki daima hazzın gerçek ve başat çekim alanıdır, suç kendi türünüzden olmayan birisinden çok kendi türünüzden olan birisine uygulandığında daha büyük görünür ve bu bir kez yaşandığında zevk kendiliğinden ikiye katlanır."
Aydınlanma düşüncesinin en başat özelliklerinden birisi, Dinin Tanrısını soyut metafizik bir akıl tanrısı haline getirmiş olmasıdır. Her şeyin temeli ve nihai nedeni olarak bu Tanrı ancak zihinsel faaliyetler sonucunda keşfedilip, felsefi olarak incelenebilir. Öyle ki bu konuda Hegel, ‘her dinin en yüksek gelişim aşaması olan Hıristiyan dininin özü, gerçek felsefenin özüyle tamamen örtüşmektedir’ diyerek rasyonel olanın teoloji-akıl ilişkisini ifade eder. Akıl, bu yetkiye sahiptir. İster Descartes düşüncesindeki modern öznenin zihninde yer alan mükemmel Tanrısı isterse Kant’ın ahlaki Tanrısı olsun her halükârda özne merkezli ve belirli özellikleri haiz bir Tanrı ortaya çıkarken, bu Tanrı olabildiğince pasifize edilmiş ve seküler toplumun oluşması için giderek yeryüzünden silinmeye başlanmış olan bir Tanrıdır.
Freud’a göre, yaşamımız boyunca başat korkumuz sevdiğimiz bir kişiyi ya da nesneyi kaybetmektir. Sevilen birinin sevgisini kaybetmek de psikolojik açıdan o kişiyi kaybetmeye eşdeğerdir.
Emre Kongar'm Türkiye'de yazma serüvenine başlaması tam da l 960'lı yılların sonlarına rastlamaktadır. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten sonra bir yıl kadar Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunmasını müteakip Hacette pe Üniversitesi'ne Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nu kur mak üzere müdür olarak atanmıştır. Başlamasını takip eden günlerde de Türkiye' de başat olan eğilim çerçevesinde güncel düşünsel hayat içinde bir yer edinmiştir. Genellikle de Türkiye'deki temel düşünsel doğrultuyla uyumlu olmuştur. Kitaplarım çıkarmay a başladığı dönem de 12 Mart dar besinin hemen sonrasına rastlamaktadır. Yazdıklarının an lamlandırması açısından bu durumun özel bir önemi var dır. Öğretim üyesi ve aydın olarak temel vasıflarından biri fazla yazması ve yazdığı dönemdeki düşünsel ortama uyum sağlama endişesidir. 1970'li yıllarda Türkiye'de entelektüel iktidar bir anlamda Marksistlerdedir. Bunun yanında Cum huriyet Halk Partisi'nde somutlaşan sosyal demokrasi de ik tidara yakın bir yerde durmaktadır.