Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Bilimsel yaklaşım olmadan, bilim sevgisi olmadan, bilimsel bilgi için susuzluk olmadan ne bilim ne de eğitimli insanlar olabilir.
Sayfa 99 - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Tipik modern zihin için bir şey mevcut haliyle değil, yalnızca nelere dönüştürülebileceği bakımından ilginçtir. Bu bakış açısından bakıldığında şeylerin önemli özellikleri, onların içkin nitelikleri değil faydalarıdır. Her şey bir alettir. Eğer bu aletin ne işe yaradığını sorarsanız, bunun başka aletler yapmaya yarayan bir alet olduğu ve bu başka
Reklam
Bilimsel keşifler, keşfedilecek şeyden faydalanmak niyetiyle değil sadece bir şeyler keşfetmek niyetiyle yapılmıştır ve insan soyu bilgiyi sevmese ve bilgi peşinde koşmasa şu anda sahip olduğumuz bilimsel tekniklere asla erişemezdik. Mesela telsizin kullanımının dayandığı elektromanyetik dalgalar kuramını ele alalım. Bu konuyla ilgili bilimsel bilgi birikimini, elektrik olgusunun ara ortam ile bağlantısını ilk kez deneysel olarak araştıran Faraday başlatmıştır. Faraday matematikçi değildi ama vardığı sonuçlar, ışığın elektromanyetik dalgalardan oluştuğunu tamamen kuramsal kurgulamalar vasıtasıyla keşfetmiş olan Clerk-Maxwell tarafından matematiksel biçime indirgenmiştir. Bundan sonraki aşama, elektromanyetik dalgaları yapay olarak ilk kez üretmiş olan Hertz tarafından katedilmiştir. Bundan sonra geriye sadece bir tek bu dalgaların ticari bir kâr elde edilebilecek şekilde üretilebileceği bir cihaz icat etmek kalıyordu. Bu aşama da herkesin bildiği gibi Marconi tarafından kaydedildi. Faraday, Maxwell ve Hertz, şimdiye dek öğrenilebildiği kadarıyla araştırmalarının pratik bir uygulaması olma olasılığını bir an bile akıllarından geçirmemişlerdi. Aslında araştırmalar neredeyse tamamlanana dek, keşfedilenlerin nelerde kullanılabileceğini öngörmek de imkânsızdı.
Sorunlarımızdan çıkış yolunu geriye dönerek bulamayız. Ne tembellik edip çocuksu fantezilere geri dönmek insanların bilimden elde ettiği bu yeni gücü doğru kanallara yönlendirebilir, ne de temellere dair felsefi kuşkuculuk dünyanın gidişatında bilimsel tekniğin ilerleyişini durdurabilir. İnsan çekingen ve gönülsüz bir inanca değil, sağlam ve gerçek bir inanca ihtiyaç duymaktadır. Bilim özünde bilgiyi sistematik şekilde aramaktan başka bir şey değildir ve bilgi de, kötü insanlar onu hangi kötü amaçlar için kullanırlarsa kullansınlar, özünde iyidir. Bilgiye olan inancın kaybedilmesi insanın yapmaya muktedir olduğu şeylere dair inancın da kaybedilmesi anlamına gelir ve bu sebeple hiç tereddütsüz şunu tekrar etmek isterim ki boyun eğmeyen akılcı, çocukça avuntuların peşinde koşan ürkek insanlara kıyasla çok daha inançlı, çok daha iyimserdir.
Eğer kendi deneyiminizin dışında herhangi bir şeye inanacaksanız, buna inanmanız için bir sebebiniz olması gerektiği çok açıktır. Bu sebep genellikle yetkedir. Cambridge'de laboratuvarlar kurulması ilk kez önerildiğinde, bir matematikçi olan Todhunter, öğrencilerin deneylerin yapılış safhasını görmesine gerek olmadığını, çünkü hepsi yüksek vasıflara sahip ve birçoğu İngiltere Kilisesi'nin papazı olan öğretmenlerinin bu sonuçların doğru olduğunu teyit edebileceğini söyleyerek itiraz etmişti. Todhunter yetkeden gelen bir savı yeterli olarak görüyordu ama yetkenin ne kadar sık hatalı çıktığını hepimiz biliyoruz. Çoğumuzun bilgimizin büyük kısmı için kaçınılmaz olarak yetkeye bağımlı kaldığı doğrudur. Yetkenin bana öğrettiği bir bilgi olan Ümit Burnu'nun varlığını kabul ediyorum, keza her birimizin coğrafyanın tüm olgularını doğrulamamızın imkânsız olduğu çok açıktır, fakat doğrulama fırsatının var olması önemlidir ve arada sırada bunun gerekli olduğu kabul edilmelidir.
Einstein'ın yerçekimi yasası Newton'unkinden çok daha geneldir çünkü sadece maddeye değil, aynı zamanda ışığa ve her türlü enerji biçimine uygulanabilir bir yasadır. Einstein'ın genel yerçekimi kuramı sadece Newton'un kuramını değil, aynı zamanda elektromanyetizma kuramını, spektroskopi bilimini, hafif basıncın gözlemlenmesini ve büyük teleskoplar ile fotoğraf tekniğinin mükemmelleştirilmesine borçlu olduğumuz çok ayrıntılı astronomik gözlem yapabilme becerisini gerektiriyordu. Tüm bu ön hazırlıklar olmadan Einstein'ın kuramı ne kurulabilir ne de ispat edilebilirdi. Fakat kuram matematiksel olarak ortaya konulurken tümelleştirilmiş yerçekimi yasasını başlangıç olarak alıyor ve tümevarımsal yöntemle yaptığımız savlamanın sonunda yasanın dayandığı doğrulanabilir sonuçlara ulaşıyoruz. Tümdengelim yönteminde bu buluşun açmazları belirsizleştiğinden bizi ana öncülümüze götüren tümevarım için ne çok bilgi gerektiğinin farkına varmak da zorlaşıyor. Benzer türde bir gelişme kuantum kuramıyla ilgili olarak da şaşkınlık verici bir hızda meydana geldi. Bu tür bir kuramı gerektiren olguların mevcut olduğu ilk kez 1900 yılında keşfedilmişti ancak konu halen okuyucuya bir evrenin var olduğunu zar zor anımsatacak şekilde tamamen soyut bir biçimde ele alınmaktadır.
Reklam
"Eğer zihnimizle evrene yönelerek doğru bilgi edinemeyeceksek o zaman evrendeki fenomenleri anlamaya yöneltilmemiz anlamsız olmaz mıydı?"
Sayfa 38
Vahye dayalı kitaplardan çıkarımda bulunmak, hukuk adamlarının, Hıristiyanların, Müslümanların ve Komünistlerin hakikate ulaşmakta kullandığı bir yöntemdir. Bilgiyi elde etme aracı olarak tümdengelim, öncüllerine dair şüphe uyandığı anda çöktüğünden, tümdengelime inananların da mutlaka kutsal kitapların yetkesini sorgulayan insanları düşmanlıkla karşılamaları şarttır. Galileo hem Aristo'yu hem de Kutsal Kitap'ı sorgulamış ve böylelikle ortaçağın bilgi birikiminin o büyük mabedini yıkmıştı. Ondan öncekiler dünyanın nasıl yaratıldığını, insanı nasıl bir kaderin beklediğini, metafiziğin en büyük gizemlerini ve cisimlerin hareketlerini yöneten gizli ilkeleri biliyorlardı. Onlara göre, ahlaki ve maddi evren gizemli, gizli saklı, usulüne uygun bir tasımlamayla izah edilemeyecek şeylerden oluşmuyordu. Peki, tüm bu zenginlikle kıyasladığımızda Galileo'nun takipçilerine ne kalıyordu? Sadece düşen cisimlerle ilgili bir yasa, sarkaç kuramı ve Kepler'in elipsleri... Âlimlerin zorlukla edindikleri bu servetin böyle yerle bir edilmesi karşısında feryat etmelerine şaşılabilir mi? Doğan güneşin milyonlarca yıldızı silip atması gibi Galileo'nun elindeki birkaç ispatlanmış hakikat de, ortaçağa özgü kesinliklerin o muhteşem gök kubbesini yerle bir ediyordu.
Bilim ve şeriat
Bilimsel mantığın abc'si bizden, tarih boyunca kimseye inançlarından ötürü "yukarıdan" bilgi (ve afet) inmediği ve böylesi bir yargının ancak cahil insan fantezisi veya yığınları denetim altında tutmaya yönelik, siyasal ve ideolojik bir yaklaşım olabileceğini kavramamızı bekler. Bilim, bilginin ancak ve ancak bilimsel yöntemle ve her türden önyargıdan uzak bir çabayla ve maddi koşullarının oluşmasına bağlı olarak elde edilebileceğini öğretir. Şeriatçı mantığa sahip toplum ve ülkeler; kültürel, bilimsel, teknolojik, hukuki bütürılük içinde tanımlanacak çağdaş uygarlık düzeyinin dışında kalmış ve bütünüyle bağımlılık ve gerilikle tanımlanabilecek durumdadır.
“İletişimsel Edincin Bileşenleri”
İletişimsel edincin dört bileşeni vardır: Dil bilgisel edinç (dil bilgisi, sözcük ve sesbilimsel bilgi), bağlam edinci (bağdaşık bir bütün üretebilmek için sözceleri birleştirme becerisi), toplumbilim edinci (sosyokültürel kurallara uygun ve doğru dil kullanımı becerisi) ve izlemsel (strategic) edinç (iletişim bozulma- larını önlemek için dikkat edilen sözel ve sözel olmayan eylemler).
Sayfa 120 - Asos YayınlarıKitabı okuyor
Reklam
"İlk insan" Adem
Bizim gibi bir insan olarak tasavvur edilen "Adem" ancak 5-6 bin yıl öncesinde yer alır. Halbuki insanlık tarihi, bunun en az 300 katı öncesine uzanmaktadır. Dahası, dini kitaplarda geçen Adem'e rastladığımız zaman aralığında da dünyada, artık tek bir Adem veya Adem ailesi değil, farklı kıtalarda, farklı renk, dil ve ırklarda, geliş­kinlik düzeyleri farklı ve çoğu birbirinden habersiz olan, binlerce Adem(!) yaşamaktaydı. Dolayısıyla, bilimsel gerçekler gösteriyor ki, insanlık tarihinin başlangıcında, Adem gibi bir yaratığa yer olmadığı gibi, doğa-üstü güçlerden, insana hediye edilmiş en küçük bir bilgi de söz konusu değil.
18. yüzyılın sonunda itibaren bilimsel akılcılıkla yolları ayrılsa da, fizyognomoni gene de politik ve toplumsal sarsıntılardan dolayı yeni kimlikleri çözebilmenin hiç olmadığı kadar gerekli hale geldiği bir zamanda, başkalarını gözlemleme yöntemlerini besleyen ortak bilgi havuzunun, harcıalem bilgilerin temel bileşenlerinden biri olarak kaldı.
Bi­ limsel bilgi her zaman dolaylı olduğu halde, ilkeler (özlerinin gereği), dolaysız ve dolayımsızdırlar. Demek ki, ilkelerin bilinişi, bilimden nitelik bakımından farklıdır. Bütün bi­limsel bilgiler bu ilkelerden çıkarıldığına göre, ilkelerin bilgi­ sini sağlayan aracın bilimden daha üstün olması gerekir. Bu üstün araç, zihin aracılığıyla kavrayıştır; daha doğrusu ilkeleri bilen zihnin kendisidir. Demek ki, dolaylı bilginin en sağlamı ilkelere kadar ulaşabilir, ama bu ilkeler ancak dolaysız olarak kavranabilirler.
Platon
Sokrates'in "bilmeyiş" tavrından doğan sonuçlan tutarlı bir biçimde dile getirerek, araştırmanın her çeşidinin beyhude olduğunu be­lirtmişti. Çünkü, aradığım herhangi bir şeyi ya önceden biliyorumdur (bu durumda araştırmam gerekmez) ya da araştırdı­ğım şey hakkında hiçbir şey bilmiyorumdur. Bu durumda ise, herhangi bir şey öğrenmem imkânsızdır. Çünkü, araştırmayı nasıl yapmam gerektiğini bilemem. Demek ki, bilimin değeri olmadığı gibi, başarıya ulaşma şansı da yoktur. Platon bu an­layışa karşı gelerek kendi "hatırlama" teorisini ileri sürüyor ve bilimin mümkün olduğunu söylüyordu. Çünkü Platon'a göre, her bilme, ruhun yeryüzüne gelmeden önceki hayatında doğ­rudan doğruya gördüğü nesneleri hatırlamasından başka bir şey değildir. Bu bilgi nesneleri İdelerdir ve bilimin yapması ge­reken iş, gerçek bilgiyi ortaya koyan bu hatıra imgelerini ruhun derinliklerinden çıkartmaktır. Diyalektik, bu ideleri bilinç ala­nına getirmemizi sağlayan bilimsel bir yöntemdir.
Bütün bu karışıklığın nedeni insan bilgisinin -ayrımlayan ve ayrımlamayan şeklinde- iki farklı yoldan elde edilmesidir.* İnsan lar genellikle, dünyanın hatasız olarak bilinebilmesinin yalnızca ayrımlama ile mümkün olabileceğine inanırlar. Bu nedenle, genel likle kullanıldığı şekliyle “doğa” sözcüğü, ayrımlayan zekâ tarafın dan algılandığı haliyle doğayı ifade eder. Ben, insan aklı tarafından yaratılmış boş doğa imgesini kabul etmiyorum ve bu imgeyi, ayrımlamayan kavrayış tarafından de- neyimlendiği haliyle doğanın kendisinden açık bir şekilde ayırıyo rum. Eğer doğanın yanlış kavranmasının kökünü kazırsak, inanı yorum ki, dünyanın düzensizliğinin temeli ortadan kalkacaktır. Batı’da doğa bilimi, ayrımlayan bilgiden doğdu; Doğu’da yin- yang ve Ai Çing felsefeleri de aynı kaynaktan doğdu. Ama bilim sel gerçeklik mutlak gerçekliğe asla erişemez ve felsefeler, en nihayetinde, dünyanın yorumlanmasından başka bir şey değildir ler. Bilimsel bilgi tarafından kavrandığı haliyle doğa, harap edilmiş bir doğadır; iskeleti olan ama ruhu olmayan bir hayalettir. Felsefî bilgi, insan kurgulaması tarafından yaratılmış bir teoridir, ruhu olan ama yapısı olmayan bir hayalettir. Ayrımlamayan bilgi, doğrudan sezgi haricinde bir yolla anla şılamaz, ama insanlar, buna “içgüdü” diyerek, aşina oldukları bir çerçeveye sokmaya çalışırlar. Gerçekte bu, adlandırılamaz bir kaynaktan gelen bilgidir. Eğer doğanın gerçek görüntüsünü bilmek istiyorsanız, ayrımlayan aklı terk edin ve görecelik dünyasının öte sine geçin. En başında, ne doğu ne batı, ne dört mevsim ne de yin ve yang vardır.
Sayfa 132
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.