‘Dağılmış bir dumanım ben’. Bir bahar rüzgarını izleyerek insanların dünyasına çıkıyorum. Az ötede bir genç elinde gitarıyla ateşli bir marş söylüyor, barikatlardan söz ediyor. Hah işte ! Aynı marşlar, aynı sözler ve imgelerle oturmuş ölümü bekliyoruz. Kendi üzerine katlanan zaman. Canlı taklidi yapan ölü. Oysa barikat içimizde. Kendi kendimize giden yollar tıkanmış. Uyuyan kuşların gözyaşlarını içen pervaneler gibi, gıdasını rüyalardan alan bir hayatı kovalıyoruz. En derin arzumuz olduğumuz gibi sevilmektir. Tanınmak isteriz. Tanımak, ötekinin sebeplerini bilmek için hazır olabilme kabiliyetidir. Ne de olsa ‘kalbin aklın bilemeyeceği sebepleri vardır’. Kalbin sebeplerini akılla bilemeyiz. Kalp kalbe konuşur. Hal hale konuşur. İnsandan insana giden yolu bulmak için, beni ve onu ayıran alanda serbestçe gezinmek, benliğin sığınaklarından çıkmak gerek.
İnsan, yenilgilerine yaklaşma biçimiyle olacağı kişi haline gelir. Düştüğümüz yerden doğrulacak mıyız? Yoksa yenilginin yarattığı örselenmeye sıkışıp kalacak ve bitmek bilmez bir yasa mı kapanacağız? İnsan, olmakta olandır. İnsan, gelmekte olandır. Anne babalarımız, milletimiz, mesleğimiz, dinimiz, beynimiz her biri kim olduğumuza dair belirli ölçülerde katkıda bulunur ama insan hiç bitmeyen bir süreç, günbegün çoğalan bir maceradır.
Dağılmış bir dumanım ben. Yarıklardan içeri sızıyorum. İnsanların arasındaki bölgelerde dolaşıyorum, barikatların üzerinden geçiyorum, açık bırakılmış yaralardan giriyorum. Ne tümden iyiyim, ne tümden kötü. İnsanım, olmakta olanım. Nefret kurutur beni, sevgi diriltir. İnsanım, bu dünyaya var olmaya değil, yâr olmaya geldim.