Allah (c.c.)'ın ezeldeki takdirine uygun olarak, örneğin; yeme, içme, giyme ve evlilik gibi meseleler kime kısmet edilmişse; bu paylar şaşmadan sahibini bulurlar. Kimsenin nasibi bir başkasına gitmez. Eğer böyle olmamış olsa; Allah (c.c.)'ın ezeldeki ilmine halel gelmiş olur ki, bu da mümkün değildir.
#Schopenhauer
*Yazar
#Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker... Nihal olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve
Bu ülkeyi, bu ülkenin insanlarını ve tüm insanları en fazla devrimciler sevdi. KIZILDERE
Ancak davası uğruna yaşamını feda eden devrimcilerimiz, Türkiye’nin bütün sorunlarının kaynağının İslam olduğunu bilmiyorlardı. Yani sorunun kaynağını tam tespit edemediler. Bizim sorunumuz Amerika değildi. Bizim sorunumuz İslam’dı. Bu toprağın insanını
2.kısım
Anlam sorunu
Hayatın anlamı nedir?" sorusu neredeyse her sözcüğü so- runsal olan ender sorulardan biridir. Bu, son sözcük için de ge- çerlidir, çünkü dünya genelinde dini inancı olan sayısız insan için hayatın anlamı bir "ne?" değil, "kim?" sorusudur. Kendini işine adamış bir Nazi, Adolf Hitler'in
Ben bu kitapta ve "Böyle Gelmiş Böyle Gitmez"de anılarımı yazarken, kendi kusurlarımı, ayıplarımı, utanılacak herşeyimi ve her yanımı -bilincine varabildiğim oranda- yazmaya kararlıyım. Ama yine de herşeyin yazılamadığını söylemek zorundayım. Çünkü anılarımızı yazarken, her zaman yalnız kendimizi yazmıyoruz, ilişkide bulunduğumuz insanları da yazıyoruz. İşte zor olan, kendimizi bile anlatmaktan zor olan bu; başkalarını, ilişkide bulunduğumuz kişileri anlatmak. Bize acı çektiren, hem de utanç veren öyle olaylar vardır ki, kendimizi düşünerek değil, başkalarına, özellikle yakınlarımıza zarar verecek diye onlar bizde ölüme götüreceğimiz giz olarak kalacaktır.
Annesine duyduğu özlemle yazılmış duygu yüklü şiir karsılıyor okuru Başlarken
Aziz Nesin'okumaya
Annemin anısına
Bütün anneler, annelerin en güzeli, Sen, en güzellerin güzeli.
Onüçünde evlendin, Onbeşinde beni doğurdun, Yirmialtı yaşındaydın, Yaşamadan öldün.
Sevgi taşan bu yüreği sana borçluyum.
Bir resmin bile yok bende,
Önemli olan şu : İnsan yaşadığı her olayı özyaşamına almıyor. Özellikle istenmeden yaşanmış olaylar varsa, bunları belleğinden silip atıyor, unutuyor; hatta anılarını kendiliğinden değiştirip unutuyor. Yaşanmış olayları kendine göre değiştirip düzeltip yeniden yaratıyor olayları. Anılarımı yazarken bunu iyice ayrımsadım.
Sen, zaman zaman ortaklaşa günlerimizi, anılarımızı anlatıyorsun; bunları ya hiç anımsamıyorum, ya şöyle böyle silik bir iz gibi anımsıyorum. Çünkü özellikle Trakya'da geçen o günlerimizi ben yaşamak istememiştim ; İstemeden yaşamak zorunda kaldığım günlerdi. Bundan ötürü belleğimde derin iz bırakmadı o günler yada kimisini bilinçaltından istemeden kendi lehime değiştirdim.
İlk rakı içişimiz. 59'luk denirdi. Kepsut Çayında. * Altınova dediğimiz yerde eğlenmemiz, mısır yememiz, pazarları geziyorduk. Herşey o kadar ucuzdu ki, üzüm yemek için bir büyük bağın üzümünü olduğu gibi satın almıştık. Canımız istediği zaman girer yerdik. Kilo kilo üzüm almaktan, bağın bütün üzümünü almak daha ucuza geliyordu.
1946, belki 1947 yılı. . . Beyoğlu'nda İstiklal Caddesinin yokuş aşağı olan yan sokaklarındaki meyhanelerden birindeyiz. İlhan Selçuk, Çetin Even, Çetin Altan ve daha adlarını anımsayamadıklarım. Yanlarımızda eşlerimiz de var.
Çetin Altan
yüksek sesle konuşuyor ve bana sık sık ulan diyor. Bu sözü hiç sevmiyorum. Bunu söylemek bir içtenlikse, bir yakın olma belirtisiyse, Galatasaray Lisesi öğrenciliğin den tanıdığım Çetin Altan'la o günlerde yeni yeni tanışıyoruz. Ulan lafından çok sıkılıyorum ama, o sırada sıkıldığımı belli etsem tatsızlık olacak, içki sofraının keyfi kaçacak, hele eşlerimizin yanında . . . Hiç aldırış etmiyorum. Böyle durumlarda.
Bir üst sınıfta, benim tanık olmadığım şöyle bir olay geçmiş. Sınıfın en tembel, en haylaz, ama en kabadayı çocuğu, yazılı matematik sınavında, korkuttuğu sınıf birincisinden kopya alıyormuş. Öğretmen soruları sorunca, sınıf birincisi bakmış ki, soruları ancak bir ders saati içinde zar zor yanıtlayabilecek, kopya vermeye zamanı yok, arkadaşına, - Ben, demiş, soruları yanıtlarken sana da tıpkı tıpkısını fısıldayacağım. Sana ayrıca kopya vermek için zaman yok. Sen, benim sana fısıldadıklarımı değiştirerek yaz ki, hoca kopya olduğunu anlamasın.
Böyle anlaşmışlar ve böyle de yapmışlar. Sınav sonunda sınıf birincisi sormuş:
- Nasıl, değiştirdin değil mi?
Öbürü, - Hiç merak etme, demiş, hoca kopya yaptığımı dünyada anlayamaz. Öyle değiştirdim ki. . . Senin bana eksi dediklerini artı, artı dediklerini de eksi yaptım!
Askerliğin mantığı var mıdır?
Sivillerin ve çoğunlukla yedek subayların, askerliği mantıksızlık olarak gör melerine katılmıyorum. Ben, ondört yaşımdan yirmidokuz yaşıma dek, onbeş yıl ordunun içindeydim. Orduda yetiştim. Sekiz yıl subaylık yaptım. Antimilitarist bir insanım. Kimine şaşılası gelebilir, hiçbir zaman -ordudayken bile- militarist olmadım. Ama o zamanlar antimilitarist de değildim. Meslek olarak askerliği çok da sevmiştim.
Çoğunlukça sanılanın tersine, askerlik kesin bir mantık işidir, mantık ve mu hakeme. Bu bakımdan matematiğe çok benzer. Bu denli mantıklı olan askerlik, salt bizde değil, hemen hemen dünyanın heryerinde çoğunlukça mantıksızlık sayılır. Bunun nedeni bence şudur: Dünyanın bütün meslekleri, işleri, uğraşları hep insanların yaşaması, insan yaşamının uzaması ve kolaylaşması içindir. Oysa askerlik, insanı yaşatmak için değil, öldürmek için vardır.
"Konfücyüs Tanrıya şöyle yakarmış: "Tanrım! Bana kitap dolu bir evle çiçek
dolu bir bahçe ver!" O yaşımda çiçek dolu bir bahçeyi gereksinmiyordum. Ama kitap dolu bir ev, hayır, bir ev değil, kitap dolu bir oda, bir odacık için yanıp tutuşuyordum. İçi kitap dolu bir küçümencik oda yeterdi bana.."