Ölümden yapılmışız biz . Hayat diye kabul ettiğimiz şey , gerçek hayatın uykusu, varlığımızın gerçek halinin ölümüdür . Ölüler doğar ,ölmezler. İki dünyayı ters sırayla biliriz biz. Yaşadığımızı sanırken ölüyüzdür ; ölümle pençeleşirken yaşamaya başlarız .
Görmek , uzakta olmaktır. Açıkça görmek , durmaktır. Tahlil etmek , yabancılaşmaktır. İnsanlar bana değmeden geçiyor yanımdan. Etrafımda havadan başka bir şey yok . Kendimi o kadar tecrit edilmiş hissediyorum ki , üzerimdeki giysiyle aramda aramdaki boşluğu bile algılıyorum.
Daha çok yaşıyorum , çünkü daha büyük yaşıyorum. Benliğimde dinsel bir güç , bir tür dua , hatta bir çığlık hissediyorum. Bana karşı tepki yukarıdan , zihnimden geliyor...
Bu ağır, bu boş saatlerde , ruhumun derinliğinden zihnime doğru her varlığa vergi bir hüzün , her şeye sinmiş olan ıstırap yükselir ve bir de tamamen bana ait olan , ama ayni zamanda da dışarıdan gelen , değiştirmeye gücümün yetmediği bir duygu .
Ne var ki her şey kusurludur ve en güzel günbatımının daha güzeli , bize uykuyu getiren hafif yelin daha huzurlusu hep vardır . Dolayısıyla , dağları ve heykelleri aynı dinginlikle seyredecegiz ; geçen günlerin ve kitapların tadını çıkaracak, en önemlisi de her şeyi düşleyerek , hepsini en mahrem özümüzün bir parçası haline getirmeye çalışacağız .
En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.