Geçtim kedili eşiklerden - hoşgeldiniz ey acı
Kapısız evlerden gelmişsiniz, buyrun susun
Demek küçük yangınlara alışkın bu çocukluk
Hep ardından gidecek o bomboş ruhun
...
Tüm kitaplarını bir solukta okuduğum bu yazara hem çok yakın hem de bir o kadar uzak hissediyorum kendimi. Acı, yoksulluk, sefalet, aşağılanmayla geçen bir çocukluk, böyle güzel şeyler yazdırabiliyor insana ve ben kendi -neredeyse pürüzsüz, sorunsuz, hatırlamaya bile değmeyen sahnelerle dolu, sıradan- çocukluğumu düşünüp bu kaotik duygu yoğunluğunu, çeşitli şekillerde ortaya çıkan mücadeleyi ve acıyı kıskanıyorum.
İnsanı gelişmeye veya yerinde saymaya; dibe vurmaya veya kaçmaya; arayışa veya kabullenişe; yaşamaya veya yaşıyor gibi yapmaya, sonuçta hep bir seçime iten şey, 'acı' değil de nedir bilmiyorum.
Bana bir şarkı söyle, içinde hep ben olsun
Kimi zaman neşeli, biraz da hüzün olsun
Alsın götürsün beni, çocukluk günlerime
Gözlerimde canlanan, bitmeyen bir rüya olsun
“Ben şairlerin sözcükleri ses haline getirip uzayın boşluğuna geri gönderdiklerini düşünüyorum. Yani dili çözdüklerini ve sesle daha çok, dil öncesi dediğim şey biraz öyle. O yüzden şairlerin o ele avuca gelmez halleri bana çok daha yakın geliyor. Ben şiirin dil öncesine ait olduğunu düşündüğüm için, çocukluk ve dille de meselem olduğu için şairlere kendimi çok yakın hissettim hep. Romancılardan çok şair arkadaşım vardır. Romancıların aklı bana hep sıkıcı geldi. Romancı aklı istemem diyorum. Çünkü roman çok büyük bir proje. Üç-dört senede bir kitap yoğunlaştığında yazabiliyorsun. Yani insan delirmezse bu dört sene içerisinde, bu büyük bir proje çünkü, gerçekten duruluyor, sakinleşiyor. Bunu ben kendim büyürken, yaşlanırken deneyimledim. Şairler daha deli, şiir daha işe yaramaz. O yüzden şairlerin dünyası, yani şiir beni belki de daha çok cezbetti.”
(alıntı)
KIRDIĞIMIZ OYUNCAKLAR-SUNAY AKIN,184 sayfa,
“Ziyaretçiler, çocuklarının ellerinden tutarak giriyorlar kapıdan içeri…Çıkarken, öteki ellerinden de kendi çocuklukları tutuyor!…
Düşlerin, hayallerin tarihi ve çocukluğunuz sizi İstanbul oyuncak Müzesi’nde bekliyor…”
Sunay Akın’ın “Bir Çift Ayakkabı” kitabından sonra okuduğum bu kitabı bize
Wolfe Kardeşler'in hikâyesi, Cameron Wolfe'un ağzından anlatılmış. Çocukluktan çıkmış ve ergenlik dönemindeki Cameron'un, ailesiyle ilişkileri, kendini bulma çabası, yaşadığı zaman ve toplumun özelliğine göre farklılık arz ediyor. Şöyle ki; Maksim Gorki'nin ya da Tolstoy'un kendi yazdıkları çocukluk, gençlik biyografilerinden, hem zaman hem de mekân olarak çok farklı. Daha çağdaş zamanlarda ve daha modern toplumlarda yaşansa da çocukluk, ergenlik ve gençlik gibi dönemlerde hep benzer sevinçler, duygular, korkular yaşanıyor.
Markus Zusak, ilk kez okuduğum bir yazardı ve bu kitabıyla geçer not aldı. Çok iyi bir tarzda yazılmıştı ve anlatım harikaydı.
Okumaktan keyif aldığım, karamsarlığı ile zihnimi aydınlatan Cioran hiçbir zaman beni aşağıya çekmedi. O koyu hüznü, şüpheciliği, yer yer nefreti bende hep haz karşılığını buldu.
Bu yazıda kitap içeriğinden ziyade uyandırdığı hislerin aktarımı olacaktır.. Dilerseniz başka bir yazıya geçebilirsiniz.
Schopenhauer mutlu olma sanatında der ki; Neşeli
Karşıda Kıbrızlı yalısı
İnce, beyaz, Boğaz'a vurgun
Ostrorog ondan biraz sonra.
Güneşin son ışıkları
Camlarda parıldarken
Aklım gitti
Bir çocukluk masalına.
Hani bir çocuk vardır,
Hep karşı dağa özlemli.
Çünkü o dağda bir ev vardır
Güneş batarken camları
altın renkli.
Yola çıkar çocuk bir sabah,
Bırakıp yoksul baba evini,
Gider günlerle, gecelerle,
Tırmanıp tepelere
Düşüp derelere
Ve gelir altın renkli eve.
Sonra anladım ki aslında biz çocukluğumuzu değil, orada yaşadığımız güzel anıları özlüyoruz. Çok daraldığımızda, bunaldığımızda çocukluk anılarımıza kaçışlarımız hep bu yüzden.