Odamın köşesinde duran papatya destesi
bir bérivan sabahına yeni uyanmıştı,
bir kadın kendi göbek ismini kızına vermişti,
Karşımdaki ayna ,şakağıma
Helbest ,ödevine
bilinmez gri montlu konuklar taşıyordu
sen de duydun mu bu sesi
o sesi
şu sesi
hiç görünmeyen sesleri?
sesler gittikçe çoğalıyor
sesler çoğaldıkça nefes alışımız azalıyor
saatler diz çöküyor önümüzde.
zaman dilsiz
orman bakire
takvimlerde isimlerimiz tarifsiz kalır
belki,
belki de takdirsiz...
ölüm saati tespit edilmeyen müstakil
bir aşkın gıyabında ölmek
ile uyumak arasında kalışımızın
kanıtıdır bu gece Dîlba.
sen susarken
ağzımın kenarında,
kenar mahallelere kaçan şiirler şamanizme inanırlar
şahını öldürmekle suçlanan piyonlar gibi
tüm sürrealist tablolar camileri müze sanır, Picasso pişman olur Dilba
Dîlba ben,
Dîlba...
Bazı kadınlar rüzgâr gibiler
yel değirmenlerini hiç uyandırmadan geçip giderler başucumuzdan
suyun yüzüne dokunur gibi
sadece geçerlerken arkalarında
dalgalar bırakıyorlar
bir de eteklerine dolanan
hüzünlü gün batımlarını saymasak
hiçbir aşkta sanık olmuyorlar
sadece tanıklık ederler soytarılığımıza
hiç konuşmadan
öylece sessiz
öylece vakur ve yalnızlar hep.
dokunsan kirlenir avuçları
dokunsan kırılır dilleri
dokunsan ruhları ağlar.
yeni bir çağın tesellisi gibi
hep koşuyorlar
koşarken arkalarında bıraktıkları izlerin hesabını yapmadan,
arkalarında düşük yapan acıları düşünmeden
ve yarım bıraktıkları şiirleri hiç emzirmeden
çekip gidiyorlar.