Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Büyülü Ceket
Giyim kuşam zarifliğine değer vermekle beraber, hemcinslerimin üzerindeki elbiselerin dikimindeki kusursuzluk derecesine hiç aldırış etmem çok kere. Ama bir akşam, Milano’da özel bir toplantıda tanıştığım kırk yaşlarında görünen bir adam, sırtındaki elbisenin pürüzsüzlüğü ve kesilişindeki mutlak güzellikle gerçekten göz alıyordu. Bilmiyorum kimdi bu adam, ilk kez karşılaşıyordum kendisiyle, tanışma sırasında, her zaman olduğu üzere, adını belleyebilmem mümkün olamamıştı. Fakat, o gece toplantısında bir ara yan yana geldiğimizden gevezeliğe başlamıştık. Terbiyeli ve pek kibar bir adama benziyordu, yüzünde belli belirsiz bir hüzün vardı. Belki de aşırı bir teklifsizlikle -Tanrı korusaydı keşke beni bu teklifsizlikten!- giyinişindeki zarifliği övdüm; terzisinin kim olduğunu sormak cesaretini bile gösterdim. Adam, böyle bir soruyu bekliyormuş gibi, bir tuhaf gülümsedi. – Hemen hemen kimse bilmez onu, dedi, oysaki büyük bir ustadır. Şu var ki canı isteyince iş çıkarır. Birkaç müşteri için çalışır sadece. – Şu halde, ben?… – Yoo! Şansınızı deneyebilirsiniz, her zaman deneyebilirsiniz. Adı Corticella’dır. Alfonso Corticella, Ferrara sokağı 17 numaradadır. – Çok para ister sanırım. – Öyle gibime gelir ama, doğrusu ya, ne desem boş. Üzerimdeki elbiseyi dikeli üç yıl oluyor, hesabını yollamadı daha bana. – Corticella’mı? Ferrara sokağı 17 numara mı dediniz? – Tastamam, cevabını verdi meçhul adam. Ve beni oracıkta bırakıp başkalarının arasına karıştı. Ferrara sokağı 17 numarada, başka evlerden farksız bir ev buldum, Alfonso Corticella’nın barındığı yer de öbür terzi evlerine benziyordu. Kapıyı kendi gelip açtı. Ufacık tefecik yaşlı bir adamdı, kara saçları herhalde boyamaydı. Hayret, hiç mırın kırın etmedi. Aksine, müşterisi olmamı ister bir hali vardı. Adresini nasıl elde ettiğimi anlattım kendisine, makas vuruşunu övdüm ve bana bir takım elbise dikmesini istedim. Tüysüz gri bir kumaş seçtikten sonra ölçülerimi aldı ve prova için evime gelmekten kaçınmayacağını söyledi. Kaç para alacağını sordum. Acelesi yok, ne zaman olsa uyuşuruz, diye cevap verdi. Ne sevimli adam, diye düşündüm ilkin. Ama sonra, evime dönerken, ufacık tefecik ihtiyarın içimde bir eziklik bıraktığını fark ettim (belki de, pek ısrarlı, pek yumuşak gülümseyişleri sebepti buna). Sözün kısası onu bir daha görmek istemiyordum artık. Ama olan olmuş, elbise ısmarlanmıştı. Yirmi gün kadar sonra da hazırdı takım. Bana teslim edildiğinde, aynamın önünde birkaç saniye prova ettim. Olağanüstüydü. Ama bilmiyorum nedendir, belki de ufacık tefecik sevimsiz ihtiyarın anısı yüzünden, bu elbiseyi giymeyi hiç mi hiç istemiyordum. Kararımı verene değin haftalar geçti. O günü hatırlayacağım daima. Nisan ayının bir salı günüydü ve yağmur yağıyordu. Takım elbisemi sırtıma geçirdiğimde -pantolonu, yeleği ve ceketi- hiçbir yanımı kasmadığını, yeni elbiselerde her zaman olduğu üzere kıvrım yerlerinin pot yapmadığını zevkle gördüm. Toz kondurulamayacak kadar kusursuz bir elbiseydi. Adetimdir, ceketimin sağ cebine hiçbir şey koymam, ıvır zıvır kağıtlarımı sol cebime koyarım, işte bu yüzden, ancak iki saat sonra, çalışma odamda elimi nasılsa sağ cebe kaydırdığımda orada bir kağıt parçası bulunduğunu fark ettim. Terzinin hesap pusulası mıydı acaba? Hayır. On bin liretlik bir banknottu. Apışıp kaldım. Bunu oraya koyan ben değildim herhalde, öte yandan, terzi Corticella’nın bir muzipliğine hamletmek de saçmaydı. Terziden sonra elbiseye yaklaşma fırsatını bulan tek kişinin, evdeki hizmetçi kadının bir armağanı da olamazdı. Yoksa bu Kutsal Katakulli piyangosunun bir bileti miydi? Gün ışığına çevirip baktım, başka banknotlarla kıyasladım. Paranın bundan kusursuzu olamazdı. Tek çare, Corticella’nın dalgınlığına vermekti. Belki de bir müşteri çıkagelip eline hesaba saysın diye sıkıştırmış, o da o sırada cüzdanı üzerinde bulunmadığından, para ortada kalmasın diye, askıda duran benim cekete bırakmıştı. Olağan şeylerdir çünkü bunlar. Kâtibemi çağırmak için çınlattım durdum zili. Corticella’ya birkaç satır yazarak bana ait olmayan bu parayı kendisine iade edecektim. Ama tam o sırada, nedenini anlatamam, elimi tekrar kaydırdım cebime. O ara içeri giren katibe: – Neniz var efendim? Kendinizi iyi hissetmiyor musunuz yoksa? diye sordu. Ölü gibi sapsarı kesilmiş olmalıydım. Cepte parmaklarım, az önce orada bulunmayan bir başka kağıt parçasının kenarlarına değmişti. – Hayır, hayır, bir şey yok, dedim, hafif bir baş dönmesi. Bir süredir arada bir yokluyor beni. Biraz yorgunluktan ihtimal. Gidebilirsiniz yavrum, size yazdıracak bir mektubum vardı ama başka zamana bırakalım. Kâğıt parçasını, kâtibe çıkıp gittikten sonra cebimden çekip çıkarma cesaretini buldum. Bir başka on bin liretlik banknottu bu. O zaman, üçüncü bir girişimde bulundum. Üçüncü bir banknot çıktı. Kalbim küt küt atmaya başladı. Gizemli nedenler yüzünden, çocuklara anlatılanlara benzer, ama kimsenin inanmadığı bir peri masalının içine düşmüşüm gibi geldi bana. Kendimi iyi hissetmediğim bahanesiyle, çalıştığım yerden ayrılıp evime döndüm. Yalnız kalmak ihtiyacındaydım. Bereket versin, evime bakan hizmetçi kadın çıkıp gitmişti. Kapıları kapadım, perdeleri indirdim ve bereketi tükenmez gibi görünen cepten, elimden gelen süratle art arda banknotları çekmeye başladım. Mucize ha şimdi ha sonra son bulacak korkusu içinde sinirlerim son derece gergin halde çalışıp durdum. Bütün gece, sabaha kadar, milyarlar yığana değin devam etmek isterdim bu işe. Ama öyle bir an geldi ki kesildi gücüm. Önümde, yabana atılmayacak kadar yığınla banknot vardı. Şimdi önemli olan, kimseye su sızmaması için, bunları saklamaktı. İçinde halılar duran eski bir sandığı boşalttım ve dibine bir bir saydığım kağıt paraları demet demet yerleştirdim. Elli milyon liretten fazla para toplanmıştı. Ertesi sabah uyandığımda, hizmetçi kadını karşımda buldum; yatağımda elbisemle yattığımı görünce şaşa kalmıştı. Akşamüstü biraz fazla kaçırdığımdan uyku bastırdığını söyleyerek gülmeye çabaladım. Yeni bir korku baş gösterdi: Hizmetçi kadın hiç değilse bir fırça vurmak için ceketimi çıkarmama yardım etmek istiyordu. Hemen dışarı fırlamam gerektiğini, elbise değişmeye vaktim olmadığını söyledim. Sonra da, üzerimdekine tıpatıp benzer bir elbise satın almak üzere, hazırcı bir mağazaya acele yöneldim. Yeni elbiseyi hizmetçi kadının eline bırakacaktım. Beni birkaç günde dünyanın en güçlü insanlarından biri yapacak olan üzerimdeki elbiseyi ise güvenilir bir yerde saklayacaktım. Bir rüya mı yaşıyordum, mutlu muydum, yoksa pek ağır bir kaderin yükü altında eziliyor muydum, aklım ermiyordu. Yolda, su geçirmez yağmurluğumun altından, büyülü cebin bulunduğu yeri yoklayıp duruyordum. Her seferinde ferahlatıcı bir nefes alıyordum. Kumaşın altında, kâğıt paranın huzur verici hışırtısı elimi karşılıksız bırakmıyordu. Fakat tuhaf bir tesadüf benim çılgınca sevincimi dondurdu. Sabah gazetelerinde iri başlıklar vardı; bir gün önceki bir soygunculuk haberi baş sahifeyi hemen hemen kaplıyordu. Bir bankanın zırhlı kamyoneti, şubelere uğradıktan sonra, o gün yatırılan paraları kurumun merkezine taşırken, Palmanova sokağında dört haydut tarafından durdurulup soyulmuştu. Sağdan soldan koşuşmalar üzerine, haydutlardan biri, kaçışım sağlamak için, ateş etmeye başlamış, yoldan geçenlerden biri ölmüştü. Ama benim zihnim soygunun miktarına takılmıştı: Tam elli milyon liret (bendeki miktar yani). Benim bir çırpıda zenginleşmemle, bu haydutlar tarafından hemen hemen aynı anda yapılan silahlı soygun arasında bir orantı kurulabilir miydi? Bunu düşünmek bile gülünçtü. Esasen ben boş inançlara bağlı bir insan değildim. Ama ne de olsa olay beni şaşkına çevirmişti. İnsan ne kadar çok elde ederse o kadar çok istiyor. Alçakgönüllü alışkanlıklarım hesaba katılırsa zengindim artık. Fakat hesapsız kitapsız lüks bir hayat sürme düşü mahmuzluyordu beni. Bu yüzden, akşam olur olmaz işe koyuldum. Artık daha sakin, sinirlerim daha az gergin hareket ediyordum. Önceki hazineme yüz otuz beş milyon daha eklendi. O gece gözüme uyku girmedi. Bir tehlikenin önsezisi miydi yoksa bu? Hak etmeden efsanemsi bir servete konan adamın kıvranan vicdanı mıydı yoksa? Bir çeşit karmaşık iç sıkıntısı mıydı? Sabahın ilk saatlerinde yatağımdan fırlayarak giyindim ve bir gazete aramak üzere sokağa koştum. Okurken nefesim kesildi. Alev alan bir petrol deposundan çıkan yangın, şehrin göbeğinde, San Cloro sokağında bir binayı hemen hemen tamamen yakıp küle çevirmişti. Bu arada, büyük bir inşaat acentesinin, yüz otuz milyondan fazla nakit para saklayan kasaları da yanıp kül olmuştu. Yangını söndürmeye çalışan itfaiyecilerden ikisi ölmüştü. Bütün marifetlerimi bir bir saymam gerekli mi şimdi? Öyle ya, artık biliyordum ki ceketin bana sağladığı paranın kaynağı cinayetti, kandı, umutsuzluktu, ölümdü; cehennemden geliyordu bu para. Ama nedense kafam bu işte bana ait bir sorumluluğu kabule hiç mi hiç yanaşmıyordu. Yanaşmayınca da şeytan yine dürtüyor, elim –öyle kolaydı ki bu– cebime kayıyor ve parmaklarım yeni bir banknotu ucundan büyük bir zevkle yakalayıveriyordu. Para, kutsal para! Dikkati üzerime çekmemek için, oturduğum eski evi bırakmaksızın kısa zamanda koca bir villa satın almıştım kendime, değerli bir tablo koleksiyonu edinmiştim, lüks bir otomobille dolaşıyordum, “sağlık durumumdan ötürü” işimden ayrıldıktan sonra güzeller güzeli kadınlarla gezip duruyordum dünyayı. Cebimden her para çekişte yeryüzünde iğrenç ve acı bir şeyin olup bittiğini biliyordum. Ama bu, her zaman mantık oyunlarıyla kanıtlanamayan belli belirsiz bir tesadüftü. Böylece, küpümü her dolduruşta vicdanım kirlenerek alçaldıkça alçalıyordu. Ya terzi? Hesabı istemek üzere kendisine telefon ettiğimde cevap veren çıkmıyordu. Ferrara sokağına uğradığımda oradan ayrıldığını, hariçte bulunduğunu, nerede olduğunun bilinmediğini söylediler. Her şey, farkına varmaksızın şeytanla bir anlaşma yaptığımı kanıtlamaya çalışıyordu sanki. Yıllardır oturduğum binada, günün birinde, emekliye ayrılmış altmışlık bir kadıncağızın bir sabah havagazıyla zehirlenip ölmesinin ortaya çıkışına değin sürdü gitti bu durum. Kadın, bir gün önce aldığı otuz bin liret tutarındaki emeklilik maaşını kaybettiği için intihar etmişti (bu para da benim elime geçmişti.) Yeter artık, yeter! Uçuruma daha fazla saplanmamak için kurtulmalıydım ceketimden. Başka birine vermekle kurtulmazdım o cenabetten, çünkü kötülük yine sürüp gidecekti (böyle bir cezbeye kim dayanabilirdi?) Yok etmek gerekiyordu ceketi. Otomobile binip Alplerin ıssız bir vadisine gittim. Arabayı çimenli bir düzlüğe bırakıp ormana doğru yürüdüm. Kimsecikler yoktu. Kasabayı aştıktan sonra kum ve çakıl karışımı bir sete ulaştım. Orada, koskoca iki kaya arasında, Trolyen torbadan iğrenç ceketi çıkarıp üstüne benzin döktüm ve ateşledim. Birkaç dakikada kül oluverdi. Fakat, alevin sönmek üzere olduğu sırada, arkamdan –denebilir ki iki üç metreden– bir insan sesi çınladı: “Çok geç, çok geç!” Yılan sokmuş gibi irkilip ani bir hareketle arkama döndüm. Görünürde kimsecik yoktu. Bana bu oyunu oynayan lanet herifi bulmak için bir kayadan öbürüne atlayarak çevremi kolaçan ettim. Kimse yoktu. Taşlar vardı sadece. Dehşete kapılmış olmama karşın, bir ferahlık duygusu içinde, vadiye geri döndüm. Özgürdüm artık. Ve çok şükür zengindim. Ama ne göreyim, arabamın yerinde yeller esiyordu. Şehre döndüğümde gösterişli villam yoktu ortada. Villanın yerinde bakımsız bir çayır şu levhayı taşıyordu: “Belediyeye ait satılık arsa”. Ya banka hesaplarım! Cari hesaplarımın tümünün suyunu çekmesine akıl erdiremedim bir türlü. Sayısız kasalarımdaki koca koca hisse senedi paketleri de kayıplara karışmıştı. Eski sandıkta toz, yalnız toz vardı. İşime zorlukla dönebildim bundan sonra, bin güçlükle çalışıyordum şimdi, tuhaf olan şu ki birdenbire züğürtleyişimi kimse fark etmemiş görünüyordu. Ve biliyorum ki her şey bitmiş değil daha. Biliyorum ki günün birinde kapının zili çalacak, kalkıp açacağım ve karşımda, o pis gülüşüyle, elbisenin parasını istemeye gelen mutsuzluk terzisini bulacağım.
·
200 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.