Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Maddenin hallerinden biri de olağanüstü olandır. Çünkü dünyanın en çabuk geçen, geçer geçmez de en hızlı yakalanılan hastalığına sahipti: Umut. Nasıl anlayamıyorlar diye düşündü Derda. Yanlarından geçiyorum. Buradayım, aralarında. Ama, hiçbirinin umurunda değilim. Görmüyorlar bile beni. Hepsi de kör olmuş. Ya da bu çarşaf, görünmezlik kumaşından.. Kısa araba geçmişinde en sevdiği yer olduğuna karar verdiği cam kenarında oturuyordu. Manzaradan değildi cam kenarını sevmesi, yanında bir insan az olması demekti. Hayal gücü yüksek insanların çoğu gibi ticaretten anlamıyordu Derda.. On dört yaş.. Tek ayakları daima kırık olduğu için sallanmaktan kurtulamayan kürsülere sahip psikiyatri anabilim dalının, adını ergenlik koyduğu bir insanlık dönemi.. Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali bütün aptallığına rağmen hayatı boyunca özgün bir yaratığa en çok benzediği dönemdir. zevk ve acıyı insanların birbirine sırayla verdiğini öğrendi, önce çocuklar ebeveynlerine sonra ebeveynler onlara, önce geçmiş geleceğe sonra gelecek geçmişe, önce doğa insana sonra insan.. önce ölüler hayattakilere sonra hayattakiler... sırayla... birbirlerine.. acı ve zevk verip... sonsuza kadar... mutlu... dolce vita.... a.. koyayım.. Sonra da hayatı boyunca kurmuş olduğu bütün hayalleri düşündü. İçlerinden sadece biri gerçek olmuştu, o da gerçekleşmemesi gerektiği için hayal olarak kurulmuştu. Sadece hayalde kalacağı için kurmaya cesaret ettiği tek hayali gerçek olmuştu. Sonra başka bir şey düşündü: Kim seçiyor acaba, dedi içinden.. hangi hayalin gerçek olacağını? O hayali kuran mı yoksa o hayali kurduran mı? Bahçe kapısının üzerindeki büyük tabelayı görünce, adı umut olan ne çok şey var diye düşündü Derda. Demek ki insanların sokakta yürürken, günde bir kez de olsa umut kelimesini bir tabelada okumaya ihtiyaçları var deyip gülümsedi. Bir daha da gülümsemedi. Ve herkes görünene aldanmaya hazırdı, çünkü görünene aldanmak hayatı dayanılır kılmanın ilk şartıydı.. Oysa insan ölünce uyumuyor hatta çoğu durumda, ölmeden önce uyanıp gözlerini can simidi gibi açıyordu. Dolayısıyla rahat uyumak gibi bir şey söz konusu değildi. Özellikle de rahat uyuyacak bir şey kalmamışsa, ama ne de olsa, toprağın iki metre altıyla üstündeki durum hayli farklıydı, aşağısı gerçekti: kurtlar, böcekler ve bol bol et . Toprağın üstüyse hayal: Rahat uyu babacığım , nur içinde yat sevgilim ve bol bol dua. Ne halt olduğu hakkında, gerçekte, hiçbir fikre sahip olmadığı ölüm karşısında, Dök bakalım şu suyu, otları da bir temizle gibi cümlelerden başka tepki veremeyen insanoğlun hayal dünyasındaki mezarlık.. Çocuk dediğin ölümü öğrenince büyür.. En büyüğü on iki yaşındaydı, en küçükleri de altı. Mezarlıkta geçen korku filmlerini annelerine sarılarak izleyen çocuklarsa bin karanlık yılı uzaktaydı, yani mezarlık duvarının hemen ardında. Ama belki de ileride bir araya geleceklerdi. Duvarların içindekiler ve dışarıdakiler. Oysa unutmak istiyordu, unutmanın en kolay yolunu da anlatmak istiyordu. Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı. Biri için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin gözünde toz kadardı. İsa çevresindeki mezarlara baktı ve iyi ki ölüyorlar dedi içinden. İnsanoğlunun hak ettiği için öldüğüne o gün inandı. Ölene kadar da başka bir şeye inanmadı. Kim bilir o gün daha kaç çocuk taş tekmelemiş ve kendini tekmelenmiş bir taş gibi hissetmişti? Çünkü derdi korku değil, korkuyu beklemekti, ve korkuyu beklemek, korkudan beterdi. Bir zamanlar birinin yazdığı gibi.. Derda'ya ters ters bakan Abdullah, yanında kitap okuyanlardan nefret ettiğini öğrenmiş oldu böylece. Çünkü okuyan biriyle konuşulamıyordu. Gökyüzü ya da başka boyutların görünmez bir katmanında, yan yana, iç içe, iyilik ve adı konmamış bir huzurla harçlanmamış biçimde... Bilmekten öte hissetmekle gidilen bir yerde. Enstrümanların adı bilinmese de hayatta ilk kez duyulan klasik müzikten sulanan gözlerin yağmur damlası olup ışığı yedi renge böldüğü bir yerde.. Cehalet ve bilgeliğin hiçbir anlam ifade etmediği bir yerde.. Oğuz Atay nerede duruyorsa orada, tutunamayıp nereye düştüyse orada, belki de düşmeyip yerçekiminden muaf olduğunu fark ettiği anda.. tutunarak değil uçuşarak gittiği yerde.. Dünya üzerinde hayatta kalan son insan kadar ölü görmüştü, belki de bu yüzden yok olup gitmekten korkmuyordu, var olmaktan yeterince korkmadığı gibi. Yalnız olmadığını kutlamak ister gibi, bir doğum günü gibi.. Belki de hayat yanlış anlayınca güzeldi, sadece yanlış anlayınca, ama her şeyi... Hep o hikaye yüzünden. Ama ne önemi vardı artık? Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği .. içine atmak diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı? İçine atıp sifonu çekmek varken.. Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını.. Hepsinin de yanıtı aynıydı, hiçbir yerden... Belki de bu sayede hayat devam ediyordu, kimse neye neden olduğunu önceden bilemediği için... Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar. Çünkü her hareketin nihai sonu acıydı, ve belki de insanoğlu bunu bilse, hiç doğmazdı. Belki de daha kötüsü bütün bunları bilse de doğmaya devam ederdi. Ne de olsa insandı, ve doğası gereği arsızdı. Doğmak için her şeyi yapardı. Gerekirse karnından çıktığı annesinin leşini doğumhanede bırakır hatta dünyaya ikizine yapışık bile gelir ama yine de doğardı. Ne zaman ki bir yere gitmek gerekti, o zaman zor geldi cezaevi, yoksa umurunda değildi. Çünkü o günlerde Anne'in aklında sadece ölmek varmış, intihar etmek, herhangi bir nedeni olduğundan değil, bütün hayatı tek bir neden olduğundan. Yaşadığı her şey yüzünden. Bazı insanlar böyledir, diğerlerine göre daha çok kırılgan olurlar, ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce onu açarlar. Her neyse.. O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az... Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi... Bu yüzden belki de az çoktan fazladır, belki de az, hayat ve ölüm kadardır, belki de seni az tanıyorum demek, seni kendimden çok biliyorum demektir, belki de az her şey demektir, ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir.
·
227 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.