Gönderi

Vaktiyle İbrâhim (as), Rabbinden aldığı emir gereğince hanımı Hâcer"le küçük oğlu İsmâil"i bugün Mekke diye bilinen, Kâbe"nin bulunduğu yere getirmişti. O sırada Mekke"nin bulunduğu yer kuş uçmaz kervan geçmez, kupkuru bir vadi idi. Oğlunu ve karısını bu ıssız yerde âdeta ölüme terk etmek Hz. İbrâhim"i endişelendirmişti. Rabbine şöyle dua etti: “Ey Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe"nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (1) Hz. Hâcer, zemzem suyunun hayat verdiği Mekke"nin bu ıssız vadisinde oğluyla birlikte hayatını sürdürürken, günün birinde Yemen"den gelen Cürhüm kabilesi orada onlarla birlikte konaklamak istedi. Hz. Hâcer ve oğlu onların burada yerleşmelerine müsaade ederek yalnızlıktan kurtulup Yemenlilerle birlikte yaşamaya başladılar. Cürhüm kabilesi, kalabalık bir grubun daha kendilerine katılmasıyla birlikte, Mekke"yi daha yaşanabilir ve mâmur bir hâle getirdiler. Yıllar geçti İsmâil (as) gençlik çağına girdi ve yiğit bir delikanlı oldu. Cürhümlüler, kızlarını Hz. İsmâil"le evlendirip onunla akraba oldular. Mekke"de mesut bir şekilde hayat devam ederken günün birinde babası Hz. İbrâhim onu ziyarete geldi ve emr-i ilâhî gereğince birlikte Kâbe"yi inşa ettiler.(2) Yemen kökenli olmaları itibariyle “Kahtânîler” diye bilinen Cürhüm kabilesi, önceleri Hz. İsmâil"in tebliğ ettiği dine bağlı kalmış, ancak daha sonra hak dinden saparak, zamanla Kâbe"ye karşı saygısızlık etmeye ve gizli, açık her türlü ahlâksızlığı işlemeye başlamıştı.(3) Arîm selinden sonra bölgeye göç eden Huzâa kabilesi, Kinâne kabilesiyle birlikte Cürhümlüleri mağlup ederek Mekke"nin yönetimini ele geçirdi. Huzâa kabilesinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde putperestliği yaygınlaştırdı. Peygamber"in (sav) dördüncü kuşaktan dedesi olan Kusay, Mekke"ye geldiğinde dağınık hâldeki Kureyş"in çeşitli kollarını Mekke"ye yerleştirdi ve böylece Kureyş"in yarı göçebe yaşantıdan yerleşik hayata geçmelerine öncülük etti.(4) Kureyş"in, Mekke"nin idaresinde gösterdiği bu maharetinden olsa gerek, Allah Resûlü de onların bu konudaki üstünlüklerine işaret etmişti.(5) Kökenlerinin nereye kadar uzandığı ve kabileler arasındaki soy sop ilişkileri hususu, eskiden beri Araplar arasında merak konusu olmuştur. Bu konu Allah Resûlü"nün de gündemine getirildi. Bir adam ona, Sebe"nin bir adam mı, bir kadın mı, yoksa bir yer adı mı olduğunu sordu. Resûl-i Ekrem, “Bilakis o bir adamdı.” dedi, “Onun on çocuğu oldu. Bunlardan altısı Yemen"e, dördü de Şam"a yerleşmişti. Yemenliler, hepsi Araplardan olmak üzere Mezhic, Kinde, Ezd, Eş"arîler, Enmâr ve Himyer; Şamlılar ise Lahm, Cüzâm, Âmile ve Gassân diye kollara ayrıldı.” (6) Hz. Peygamber, Allah Teâlâ"nın insanların birbiriyle tanışabilmesi için vesile kıldığı (7) soyların öğrenilmesini tavsiye etmişti. (8) Genelde Arap yarımadasında, özelde ise Hicaz bölgesindeki tolumsal hayatın şekillenmesinde, bölgenin içinde bulunduğu coğrafî konumun ve iklim şartlarının önemli etkisi olmuştur. Köy, kasaba ve şehirlerde yerleşik hayat süren “hadarîler” ile (şehirlilerle), çöl ve vahalarda yaşayan ve göçebeliği benimseyen “bedevîler”, Arap toplumunun karakteristik yapısını yansıtmaktadır. (9) Bedevîler oldukça kısıtlı imkânlarla hayat mücadelesi verirken hadarîler, daha düzenli ve daha yüksek bir yaşantı sürmekteydiler. Bedevîler, hayvancılığa dayalı basit bir ticaret ve kabile dayanışmasına dayalı bir toplum içinde yaşarlardı. Toplumsal doku, kan bağı esasına dayanırdı; herkes kendi soyuna körü körüne tarafgirlik anlamına gelen asabiyet duyguları ile bağlıydı. Bunun dışında dışarıdan insanlar da kabileye katılabilirdi. Kabilesini terk eden veya kabilesinden kovulan bir kimse antlaşma yoluyla başka bir kabile mensubunun himayesine girebilir (câr), müttefiki (halîf) olabilirdi. Savaş veya baskın sonucunda ele geçen veya satın alınan kölenin azat edilmesiyle de baba oğul ilişkisine benzeyen “velâ” bağı kurulurdu. Antlaşmaya dayalı bu üç toplumsal bağ, kan bağı ile eşdeğer hatta bazen ondan daha etkindi.(10) Zira antlaşma yoluyla aralarında bağ kurulan kimseler birbirlerinin mirasçısı sayılırdı. Nitekim Resûlullah Araplar arasındaki bu toplumsal dayanışma anlayışından yola çıkarak ensar ile muhaciri kardeşlik antlaşmasıyla birbirine mirasçı ilân etmiş ancak bir müddet sonra Kur"ân-ı Kerîm"in emri ile (11) aralarında kan bağı olmayanların birbirlerinin mirasından pay almaları yasaklanmış, bu kimselere yalnızca bağışta bulunulabileceği bildirilmiştir. (12) Bedevîlerin çöl şartları ve düşman kabilelerle mücadeleye dayalı hayat tarzları, adalet ve siyaset anlayışlarını da etkilemişti. Kabilecilik esasına dayalı bir dayanışma anlayışında suçun ferdiliği düsturu kabul edilmiyor, haklıyı haksızdan ayırmak imkânsız hâle geliyordu. Bunun doğal sonucu olarak öldürülen kimsenin kabilesi ile katilin kabilesi arasında kan davaları sürüp gidiyordu. Kabile siyasetinde devlet egemenliği anlayışı olmadığından, ne kabile şeyhi ne de diğer ileri gelenler bağlayıcı kurallar koyma yahut ceza verme yetkisine sahip değildiler. (13) Hz. Peygamber"in hicretten sonraki siyasî hedefi, câhiliye devrinde hüküm süren bedevî kabile yönetimine son vermek, onun yerine inananlardan oluşan bir şehir devleti kurarak hukuka ve adalete dayalı bir yönetim tesis etmekti. Muhtemelen bu düşünce ile hareket eden Hz. Peygamber, Müslüman olan bedevîlerin Medine"ye hicret etmelerini istedi. (14) Kan davaları (15) ve kişinin şehir devlet yönetimine müracaat etmeden kendi hakkını araması yasaklandı. (16) Şehir hayatı yaşayan insanlar bedevîlerle kıyaslandığında, geçim kaynaklarının çeşitliliğine bağlı olarak toplumsal ve ananevi hayatlarının daha gelişmiş olduğu görülüyordu. Nitekim Yemenliler şehirde yerleşik bir hayat sürüyorlar ve beşerî ilişkilerde daha seviyeli davranışlar sergiliyorlardı. Allah Resûlü de huzuruna gelen Yemenliler hakkında ashâbına şunları söylemişti:“Size Yemenliler geldi. Onlar merhametli ve yumuşak kalpli insanlardır. İman Yemenli, hikmet de Yemenlidir. Kendini beğenme ve büyüklenme, deve sürüsü sahibi kaba bedevîlerde; ağırbaşlılık ve vakar ise koyun sahiplerinde görülür.” (17) O, bu sözleriyle, Yemenlilerin o günkü yaşantıları itibariyle, gönülleri imana ve irfana açık insanlar olduklarına işaret etmişti. Esasen yaşanan tecrübeler de bunu teyit etmekteydi. O günlerde henüz medenîliği hazmedememiş bedevî Mudar ve Rebîa kabileleri kabalık ve inançsızlığın simgesiydiler. (18) Hicaz"ın yerleşik halkı, doğusuna göre iman ve fazileti kabule daha yatkındı. (19) 1 İbrâhîm, 14/37. 2 Bakara, 2/127; B3364 Buhârî, Enbiyâ, 9. 3 “Cürhüm”, DİA, VIII, 138. 4 “Mekke”, DİA, XXVIII, 556. 5 HM790 İbn Hanbel, I, 101. 6 HM2900 İbn Hanbel, I, 316. 7 Hucurât, 49/13. 8 NM302 Hâkim, Müstedrek, I, 131 (1/89). 9 “Kabile”, DİA, XXIV, 30. 10 “Bedevî”, DİA, V, 313-314. 11 Enfâl, 8/75. 12 Ahzâb, 33/6. 13 “Bedevî”, DİA, V, 314. 14 “Bedevî”, DİA, V, 315. 15 M2950 Müslim, Hac, 147. 16 NM2345 Hâkim, Müstedrek, III, 883 (2/58). 17 B4388 Buhârî, Meğâzî, 75. 18 B3302 Buhârî, Bed’ü’l-halk, 15; . M181 Müslim, Îmân, 81. 19 M193 Müslim, Îmân, 92.
Sayfa 240Kitabı okudu
·
49 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.