Destur Ya SefaletTürk edebiyatının kıyıda köşede kalmış, daha doğrusu kalmaya mahkum edilmiş muazzam bir ismi Fahri Erdinç. Yazarın yaşamı ve yazını hakkındaki bilgilere, bu platform dolayısıyla az çok sahip olduğunuzu düşündüğüm için değinmeyeceğim. Fahri Erdinç'i hâlâ tanımayan arkadaşlara ise, yazarın otobiyografik romanı Acı Lokma' yı ya da hiç değilse roman hakkındaki incelemeleri okumalarını tavsiye ediyorum.
Bir mektubunda şöyle söylüyor Fahri Erdinç: "Salim'in Seçilmiş Hikayeler Dergisi'nin danışmanı, diyelim ki redaktörü, Memduh Şevket Esendal rahmetliydi o zaman. Biz tanışmadık. Ama benim hikayemin de bulunduğu her sayıyı toparlarken, Salim'i uyarır, benden ötürü 'bu adama dikkat' dermiş. Benim gerçekçiliğimi derginin dozundan da ileri bulduğu için yaparmış bu uyarıyı. Nitekim, 'Devrek No. 1886' başlıklı hikayemi verdiğim zaman, hikayenin kendisini beğenmiş ama, '886'ya bir cızık çekerek, başlığı 'Devrek No. 1' olarak bırakmış. Ve eklemiş: 'Hikayede söz konusu kamyona bu plaka numarasını boşuna koymamış olsa gerektir! 1886, işçi hareketi tarihinin Şikago' da yapılan başlangıç grevini simgeler. Böyle bırakırsak bir tatsızlık çıkabilir. iyisi, kırpalım, ha...'Devrek No. 1' oluversin kamyonun numarası!.. ' ve öyle de oldu."
Görüldüğü gibi Fahri Erdinç, Memduh Şevket Esendal gibi bir büyük öykü ustasından "icazet alıyor" ve onun elinden "peştamal kuşanıyor", arkası da geliyor... Varlık Yayınevi' nin düzenlediği ve Orhan Kemal'in birinciliğiyle sonuçlanan bir öykü yarışmasında, bu kitapta da yer verilen 'İstiridye Kabuğu' adlı öyküsü ile ikinciliği göğüslüyor.
Erdinç öyküleri, 1947-1949 yılları arasında Seçilmiş Hikayeler, Varlık, Adım Adım, Büyük Doğu ve Şadırvan dergilerinde yayımlandı. Bu öykülerin büyük çoğunluğunun bir kitap altında toplanıp basılması ise ancak Bulgaristan'daki yıllarına denk gelebildi ve 1969'da 'Diriler Mezarlığı' başlığı ile kitaplaştırıldı. Yıllardır çeşitli sebepler ile basılmayan, basılmasından çekinilen Fahri Erdinç kitapları ise Yordam Kitap'ın titiz çalışmaları neticesinde Türk okurlarla buluştu. İşte 'Destur Ya Sefalet' , yine böyle titiz bir çalışmanın ürünü olarak, Sevgili Mehmet Ergün'ün düzenlemeleri sayesinde, Fahri Erdinç öykülerini biraraya getirmiş oldu.
Fahri Erdinç'in basite indirgenmiş, tek kaygısı okuruna gerekli mesajları vermek olan, Adnan Özyalçıner' in -acı güldürüler- olarak nitelediği otuz adet kısa öyküsünden oluşuyor Destur Ya Sefalet... Erdinç, Cumhuriyetin ilk yıllarında, yaşadığı hayattan, karşılaştığı zorluklardan ve gözlemlediği olaylardan yola çıkarak kaleme almış tüm öykülerini. Dolayısıyla, öykülerin neredeyse tamamında, dönemin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısına, bireyin toplum içindeki konumuna, günlük ritüellerine denk gelmek mümkün. Bir de, toplumun ötekileştirmiş olmasına rağmen, yazarın canla başla bağrına bastığı insanlar var öykülerde, bu insanlar, kimi öyküde bir hayat kadını, kimi öyküde bir mahkum, kimisinde ise istismara uğramış bir çocuk olarak karşımıza çıkıyor.
Toplumsal gerçekçi çizginin önemli bir temsilcisi olarak üstlendiği misyon gereği, romanlarında olduğu gibi öykülerinde de şaşaalı, süslü bir dil değil de, yer yer yöresel ağız ve dil özelliklerinin rastlandığı günlük konuşma dilini tercih etmiş Erdinç.
Sosyal adalet(sizlik), yoksulluk, ölüm, sevgi, iftira, sömürü, emek ve cehalet gibi temalar, bir toplumcuya yaraşır düzeyde, öykülerin temel yapı taşlarını oluşturmuş.
Otuz öykünün her birine ayrı ayrı değinmem mümkün olamayacağı için, içlerinden gözüme kestirdiğim, tematik yapıları farklı iki öykü hakkında birkaç cümle söylemeyi uygun buluyorum.
Bahsetmek istediğim ilk öykü bir mahpushane öyküsü; "İstida":
Gavur Osman, mahpusta sözü geçen, elinden her iş gelen ve bildiklerini diğer mahkumlara öğreterek, onların da para kazanmalarına vesile olan, becerikli ve yiğit bir kader mahkumu. Lakabı olan 'Gavur', gerçekte gavur olduğundan ya da acımasız, vicdansız bir kişiyi sembolize ettiğinden ötürü değil, bilakis hakkını arayan, sorgulayan, kolay kolay boyun eğmeyen yapısından dolayı, cezaevinin yöneticileri tarafından kendisine yakıştırılmış olan, sözde bir aşağılama hitabı. İnsanoğlunun en temel gereksinimi olan su'ya hasretliği ele alıyor bu öykü. Cezaevine türlü bahanelerle su verilmemektedir ve zaten buraya düşerek birçok haktan mahrum kalan mahkumlar, bir avuç haklarına dahil olan suya bile ulaşamamaktadırlar. Su arakçılığının ve karaborsanın alıp yürüdüğü bu düzende, susuz kalan mahkumlara ise, cezaevinin yokuşta olması, suyun tazyiksiz olması ya da şehrin suyunun azalması gibi türlü bahaneler sunulmaktadır... Bu susuzluğu Kerbela'ya benzeten ve ümmet-i Muhammed'in su ile terbiye edilemeyeceğini savunan Gavur Osman, yönetimden çekinip gıkını bile çıkaramayan tüm mahkumların sesi olur ve hepsi adına yönetime bir istida yazdırır :
"Mapusane Müdürüne.
Efendi Babamız ellerini öperek dileğimdir...Bizi de ana doğurmuştur Efendi Baba. Altı yüz kadar adam, su burhanından çattadak çatlamanın sırasına geldi gayri...Hani bu günlerden her birinin birer ay sayılacağına kanun çıksa ırzamız yok. Yorgun domuzlar bile eğlenmez böyle mapusanede. Allah inandırsın şu sıra hepimiz Müslümanlığın da şartını şurtunu boşladık...
Efendi Baba, bu günlerde sıkı bir yağmur yağsa, sabununu eline alan anadan doğma avluya dökülecek...Hem bize bit iğnesi vurduğunuza da güvenmeyin. Bitler gözümüzün önünde koltuk değnekleriyle geziyorlar. Hali keyfiyet budur, günahı vebali boynunuzadır, baki selam ile bu istidamı istirham ederim...Onuncu koğuştan Gavur Osman tarafından... "
Mahkum arkadaşlarının tüm vazgeçirme çabalarına karşın, istidayı gerekli yere ulaştırır Osman. Ulaştırmasına ulaştırır da, akibeti ne olur dersiniz?..
Değinmek istediğim bir diğer öykü, Osmanlı'dan ve haliyle Osmanlıca'dan esintilerin bolca göze çarptığı, masalsı bir dille harmanlanmış "Evliya Çelebi ile Hasbihal" :
Bu öyküde Fahri Erdinç, 17.yüzyılın ünlü seyyah ve yazarlarından Evliya Çelebi' yi karşısına alarak, eserin ismini teşkil ettiği üzere sohbet ediyor. Anadolu'dan Trakya'ya, İstanbul'dan İzmir'e uzanan bir Türkiye yolculuğuna tanıklık ettiğimiz öyküde ülkemizin güzelliklerini, yaşanmışlıklarını farklı bir dille okura aktarıyor yazar. Farklı diyorum çünkü, Erdinç bu öyküde, kendisinden asla aşina olmadığımız bir dil ve üslup kullanıyor. Divan dilini çok çok sevmemden ötürü, benim için müthiş güzellikte bir öykü olarak hafızamda yer etti.
"Baleda, şekergülam çelebim benim; zaman-ı evailde bu Tekfurdağ nam kasabaya sen de uğradın mı? Ab-ı havası latif miydi?
Adamın yüzünü, evvela kirpikleriyle karşılayan mahmur güzeller burada mıydı? Kaç tane ham hamamı, sebili imareti, kaç tane ibadethanesi ve ne kadar mekteb-i sıbyanı vardı? Leb-i deryada kurulan bu kasaba, o zaman da harap mıydı?"
Fahri Erdinç; avare başının kanmadığını, ayaklarının yorulmadığını, çilesinin de dolmadığını belirterek, Evliya Çelebi gibi epeyce gezip, gezdiği yerleri gözlemlediğini ve Evliya Çelebi döneminin güzelliğinden artık eser kalmadığını, dünyanın her yönden çok değiştiğini, insanlık onurunun çeşitli sebeplerle yerle yeksan olduğunu vurguluyor.
"Ne gezer Evliya Çelebi ne gezer. Gül gülistan, düğün bayram günler görmüşsün gezdiğin yerlerde sen! Biz senin 'Ahir zaman' dediğin günlerdeyiz. Dünyanın çivisi çoktan çıktı, hem galiba çiviyi de kaybettiler. Artık 'iyi günler geridedir!' diyoruz."
Ve öyküsünün kapanışını yaparken de, bu öyküsü bazında kendisine pir addettiği Evliya Çelebi'nin hoşgörüsüne sığındığını şu cümleler ile ifade ediyor Erdinç:
" Tarz-ı tahririmi, senin ifade-i meramına benzeteyim derken sürç-ü lisanımız oldu ise hoş görüle...Müsaadenizle, seyahatnameniz misillu hatm-i kelam edelim: Elhamdülillah işbu hikayemiz de, 1949 senesinin 27 Nisan günü Nişantaşı'nda itmam olundu. Gönül arzular ki, derceyliyen, okuyan memnun, Tanrı hoşnut ola...Amin..."
Son olarak, bu güzel, bu içten, bu bizden öyküleri derleyen Mehmet Ergün' ün ön sözde yer verdiği ve benim de altına hiç düşünmeden imzamı attığım cümlelerini buraya bırakmak istiyorum :
" Fahri Erdinç'in yurdundan kaçmak zorunda kalmasına/ bırakılmasına öykücülüğümüz açısından yazıklanmamak elde değil! Ama asıl yazıklanılması gereken, 60 yıl önce yazılmış olmalarına karşın tazeliklerini/diriliklerini hâlâ koruyan ve 'gündeş okuma sınavı'ndan yüz akıyla çıkacak nitelikteki bu öykülerin, salt 'okur'un değil, 'öyküye gönül verenler'in de beslenebilecekleri kaynaklar arasında yer almamasıdır. Destur Ya Sefalet'in bu boşluğu dolduracağına inanıyorum."
Ben de inanıyorum efendim, ben de...